Hazel Pekacar
Hazel Pekacar Bize özgü eğitim

Bize özgü eğitim

Bu hafta, önceki zamanlarda kaleme aldığım ve bu düşüncelerimi yazar Ahmet Şimşek hocamla paylaştığım bir yazımı, katmak istediğim fikirlerle tekrar gündeme getirmek istiyorum.

Ülkemizin en ağır yaralarından biri maalesef eğitim sistemimizdir. Gelin görün ki yıllardır aşamadığımız, tabiri caizse dikiş tutturamadığımız tek sistemimizdir demek doğru olabilir. Peki eğitim sistemi nedir? Önce onu bir anlayalım.

Eğitim sisteminin gerçekleştireceği bir amacı vardır öncelikle. Bu amacı gerçekleştirecek parçalar(alt sistemler) bir araya gelerek bütünleşmiştir. Parçalarda birbirine yaşamsal anlamda bağlıdırlar. Şöyle ki ilköğretim lise ve üniversite gibi aşamalardan örülmüş ve bu aşamalar yaşamımızda bir bütünlük arz eden sistematik bir yapıdır. Her şeyin olduğu gibi Eğitim sisteminin de belli başlı özellikleri vardır. Bunlardan biri; Sistemin akılcı çalışması, alt sistemlerin etkin çalışmasına ve sistemin dış sistemlerle düzenli ilişkisine bağlıdır. Bu şu demektir ki sistemde her bir parça ne kadar yerinde ve sağlıklı işlerse bu zincirleme olarak birbirini tamamlayacak ve bütünsel anlamda harikulade bir sistem ortaya çıkacaktır.

Bir ülkede eğitim demek gelişmişlik demektir. Beyin göçü demektir. İlerleme, çağdaşlık düzeyi, başarı ve daima basamakları çıkan bir uygarlık demektir. Eğitim sistemi ülkenin temelidir.  Bir ülkede ele hamur olarak alınacak en son şeydir ki her başa gelen “beğenmedim şöylesi daha mantıklı “ teorisiyle hareket edip değiştirebilsin. Değişir değişmesine de ya bu savaşta mağdur olan genç verimli beyinlerimize ne olacak? Arada sistem uğruna harcanan milyonlarca ‘ümidimiz’ sönüp gidecekler. Bir bina düşünün temeli olmayan bir yapının üstüne ne inşa edilebilir? Alt yapısı olmayan bir binanın duvarı ya da tuğlası nereye konabilir? Alt yapısını oluşturamadığınız bir eğitimden meyve alamazsınız. Durum böyleyken sistemin sürekli değişmesi artık genç arkadaşlarımızda birçok ruhsal ve fiziksel problemlerde ortaya çıkarmaktadır. Bize dikte edilen ve zihinlerimize kodlanan “yarış kulvarı” psikolojisi hayatları neredeyse beşikten mezara bir yarış atı durumuna sokmaktadır. Çocuklar daha ilkokuldan, oyun çağında dershanelerde yaşlarını çürütmektedirler. Halk arasında yerleştiren zihniyete göre ailene akrabalarına ya da arkadaşlarına karşı “aptal kişi” durumuna düşersin. İşte sırf bu düşünce yüzünden birçok çocuk ve gencimiz kendini ispatlama savaşı içerisinde fiziksel ve ruhsal sorunlar yaşamakta hasta olmakta ve kişiliğini bozmaktadır.

Bilim adamlarının yaptığı çalışmalar, insan beyninin sağ beyin ve sol beyin olarak ikiye ayrıldığını, sağ beynin; mantık, analiz, matematik, dil gibi işlevlere sahipken; sol beynin, yaratıcılık hayal gücü, bütünsel düşünme, sanat, ritim gibi işlevlere sahip olduğunu belirttiler. Einstein’ın da dediği gibi: Sağ beyin kutsal bir armağan, sol beyin ise sadık bir hizmetçidir. Durum böyleyken nasıl olurda seviyenin belirlenmesi konusunda göz önüne alınacak kriterin, sınavda ortak bir takım dersler hazırlayıp tüm bireylerin bu derslerde başarılı olması beklenmesi olabilir? Çeşitli yetenek ve kabiliyetlere göre de kısımlara ayrılan insan beyni her bireye doğuştan sahip olduğu ya da sonradan çevresel faktörlerle ortaya çıkarılan ayrı ayrı alanlarda da yetenekler kazandırmaktadır. Durum böyleyken mevcut eğitim sistemimizdeki gibi, nasıl olurda her bireyden aynı alanda bir başarı beklenebilir ? Daha başka bir ifadeyle bireyler bu türlü hazırlanan bir sınav sisteminde başarısız olunca neden yetersiz ya da aptal kişi muamelesine büründürülürler? Bir ülkede her bireyin kendi yetenek ve kabiliyetlerine göre bir takım alanlarda yetiştirilmesi, ülke için daha verimli ve başarılı bir nesil kazandıracaktır. Her bireyin başarılı olduğu alanda çalışması demek, işini zevkle yapması ve ülkesini o alanda en üst seviyeye ulaştırması demektir. Bu konuda yaptığım kısa bir araştırmayı sizinle paylaşmak istiyorum:

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programının (PISA) sonuçları; Testte, öğrencilerin, matematik, fen bilimleri ve okumayla ilgili sahip oldukları bilgi ve becerilerin ne kadarını hayata geçirebildikleri, sorunlarla karşılaştıklarında ne kadarını uygulayabildikleri ölçülüyor. 2000 yılından beri uygulanan bu testin sonuçlarında en başarılı ülke hep Finlandiya çıkıyor.    Türkiye ne yazık ki Meksika’dan sonra sıralamada sondan ikinci sırada. Finlandiya eğitim sisteminde sınav stresi yok, mukayese yok; dershaneler, özel hocalar yok. Eğitim saatleri çok kısa olmasına rağmen bütün öğrenciler eşit düzeyde başarılı. Okullarda okutulacak kitaplara öğretmenler kendileri karar veriyor. Zorunlu temel eğitim boyunca, değerlendirme adına herhangi bir ulusal sınav veya yılsonu sınavı yok; öğrenciler, öğretmenin hazırladığı sorularla değerlendiriliyor. Bu yüzden öğretimin odağında öğrencileri testlere hazırlamaktan ziyade tamamen öğrenme var. Çocuklar sınıf içinde dolaşarak, arkadaşlarından, öğretmen ve ders malzemelerinden bilgiler toplayabiliyor ara sıra da kanepeler üzerinde dinlenebiliyorlar ve öğle yemeklerini birlikte yiyorlar. Öğrenciler rahat ortamda öğrenmenin keyfini yaşıyorlar. Okul kantininde sadece süt, su ve meyve bulunuyor . Her çocuğa kendi öğrenme yöntemine göre ödev veriliyor. NLP teknikleri öğretmenler tarafından derslerde uygulanmakta. Bazı dersleri farklı yaş grubundaki öğrenciler bir arada işliyor; böylece uyumu öğreniyorlar. Finlandiya’da öğretmen olmak çok kolay değil. Liseden mezun olup öğretmen olmaya karar veren bir öğrenci üç aşamalı kabul testinde başarılı olmak zorunda. Öğretmenlik lisans programı boyunca, öğrencilerin her yıl birer ay uygulama okullarında ders anlatarak staj yapma zorunlulukları var. Türkiye’de öğretmenlik stajı sadece son yıl yapılabilir, o da ne yazık ki KPSS sınavının hazırlıkları nedeniyle hedeflere ulaşamaz. Finlandiya’da “yaşam boyu öğrenme” eğitimin en önemli ilkesi. 

Aslında bu örneği  bu kadar ayrıntılı anlatmamın sebebi şu: Finlandiya’nın bu konuda başarılı olmasının sebeplerinden biri muhakkak kendi insan benliğini ve insan profilini teşhis etmekte başarılı olduğu için sonuç almıştır. Zira her milletin, toplumun değerleri, kültürü insan yapısı ve bütünlüğü başka başka olduğundan her sistem her ülkede başarılı olacak diye bir durum söz konusu olmamaktadır. Uygulanılan şey, her şeyden önce bir insandır ve insan da otomat bir şey değildir. Kendi benliğinden ve yaşadığı toplumun değerlerinden bağımsız bir varlık değildir. Bizim milli değerlerimize uygun olan eğitim anlayışımızı Türk Düşünce Tarihinde zaten bünyemizden çıkan düşünürlerimiz bahsetmiş ve yol göstermiştir. Örnek bir anlayış: Mustafa Şekip Tunç’tur.

Tunç’un kendini eğitime adaması ve hayatı boyunca şahsiyet sahibi bir insan anlayışına dayalı eğitim modeli için uğraşması bunun en önemli göstergesidir. Ona göre, oluşturulacak eğitim modelinin ön gördüğü insan anlayışı; biyolojik, fiziksel ve maddi varlığının üstüne çıkıp manevi yönünü idrak edebilen ve bu yolda kendine ahlaki bir ilke seçip bu ilke ile yaşayan; bu değerleri ile önce kendini sonra toplumu inşa edebilen ve şekil veren; şuur, şahsiyet ve müşahhas insandır. Çünkü müşahhas insan, elinden geldiğince insan başarılarına katkıda bulunan insandır. Bu insan profilini inşa edebilmek için de buna uygun bir eğitim modeli ve içeriği oluşturulmalıdır. Her birey bu eğitim sürecinde muhakkak bu vasıfları kazanmış olarak ayrılmalıdır.

Görüldüğü gibi mühim olan ezberci ve sonucundaki ekonomik hedefe dayanan bir eğitim değil, yaşam boyu hafızadan silinmeyecek ve kazandırılanların kişiliğe yerleştirilmiş olduğu bir eğitime sahip olmaktır. Üstümüze bizim olmayan kıyafetleri giydiğimiz sürece o görünen biz olmayacağız. O yüzden bizim benliğimize ve bünyemize oturacak kendi milli sistemimizi oluşturmalıyız.

Ülkemizde de daima kendini geliştiren; ezbere değil, değerlere dayalı şahsiyeti oluşturan bir sistemin artık var olması dileği ile…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hazel Pekacar Arşivi