Kendinden gidebilir mi insan?
Adam, yakasından tuttuğu delikanlıyı tüm gücüyle sarsıp avazı çıktığı kadar bağırıyordu; “Kendine gel!” Delikanlı gözlerini sabitlemiş, yumrukları sıkılı halde bir başka dünyanın mukimi olarak sessizliği tercih ediyordu.
Adam yineledi; “Kendine gel!” Nasıl da keskin ve ürkütücü bir emir. Tahrip gücü yüksek bir dinamit bırakmak avuçlarına. Nereye gittiğini bilmeden ve nasıl geleceğini bilmeden, çağırdığımız yer olunması gereken yer midir? Sahi insan nereye gider ve nasıl gider kendinden? Kendinde olmak gelip geçici bir vaziyet değilse niye terk ederiz kendimizi?
Sokak ortasında gördüğüm bu sahne çakılıp kaldı zihnime. “Kendine gelmek için önce kendinden gitmek gerek değil mi” suali apansız sökün etti zihnime. Gittiğimiz yerle kendimiz arasında büyük bir fark olmalı ki ısrarla beni “kendime” çağıran birileri var.
Kendimiz olmaya çalışıyor, kendimizden bir şeyler arıyoruz çevremizde. Aşinası olduğumuz yüzler, bildik sesler, ait olduğumuz mekanlarla avunç buluyoruz. Kendimizin farkında olmaya başladığımız günden beri inşa ettiğimiz, büyütüp beslediğimiz bir “ben” var. Kendimizi tanıtıp tarif ederken daha çok “olmak istediğimiz” yanlarımızı öne çıkarıyor ve kendimizden bahsederken nakıs ve eksik yönlerimizi söylemiyoruz.
Kendimiz olurken verdiğimiz mücadele hayal ettiğimiz neticeye varıyor mu? Kaldı ki arayışımız ve didinmelerimiz devam ediyor. Tecrübelerimiz dünden kalan tek miras; mesele şu ki bu terekeden kim nasıl nasiplenecek?
Sahip olduğumuz bir isim ve bu ismin bedene dönüşmüş bir cismi var. Diğer yandan içimizde saklı koca bir dünya. İç dünya diyor bazıları buna. Kendimizin, saf ve yalın olduğu tek yer orası olmasın? Peki ya o dünya dış dünyadan ne kadar bağımsız ve azade? Bizden daha fazla içine doğduğumuz dünya hamur gibi yoğuruyor bizi lakin bu bir şikâyet ve bahane oluşturmuyor. Tüm inançlar, öğretiler, filozoflar, erenler, şairler erdemli olmanın, “iyi” insan olmanın öğüdünü ve emrini veriyor. En fena en bedbaht en azılı suçlu bile kendisinden bahsederken “iyi” görünmenin yollarını arıyor. Kendini aramanın bir yolu da bu değil mi azizim?
Farkındayım, mevzu felsefi bir tartışma zeminine geldi. Oysa daha basit ve daha sade bir kelam içindi sözün başı. Kendinden, kendin gibi gördüğün şeylerden gidebilir mi insan? Misal, adınızın yazılı olduğu bir kalem neden sizin için daha mühim? Şimdi şurada olsa da iki bardak çay içsek dediğiniz kaç dostunuz var? Evin en sevdiğiniz köşesini neden özlüyorsunuz? Alıştığınız yoldan yürüyor, bildiğiniz bakkala uğruyor, tadından emin olduğunuz lokantaya gidiyorsunuz. Eşya ile kurduğumuz bağ kendi kendimizi inşa ederken nasıl da sarıp sarmalıyor etrafımızı.
Sevdiğiniz insanlar, sevdalınız, yareniniz, yoldaşınız… İnançlarınız, kabulleriniz, alışkanlıklarınız… Hepsi sizi siz yapıyor. Saçınızın rengi, parmaklarınız, yazdıklarınız ve yazmak isteyip de yazamadıklarınız. Acılar sonra, sevinçler, hüzünler. Kavgalar, yenilgiler, zaferler… Hepsinin toplamı “kendimiz” için bir bütünün küçük bir parçası oysa. Gidip gelmeler bu parçaların yekununda ne olacağı ile ilgili belki de paşam.
Kendin olduğun zaman sevdan da aşkın da kendin gibi olmalı. Öfken de şiirin de öykün de “kendin” gibi olmalı. Tüm bunlara rağmen insan bazen kendine gelmek için kendinden başka bir dünyaya yolculuğa da çıkmalı değil mi?