Heidi hep dostum kalacak!
Geçenlerde bir sohbet esnasında, şöyle bir cümle geçti; “Batının sadece medeniyetini alsak, o bize yeter zaten.”
Cümlenin tarihçi olarak bende yarattığı etki, epey trajikomikti.
Hatta o an beynimde şu şarkı çalmaya başladı.
“Karlı dağın zirvesinde sevimli bir kız var adı Heidiii”
Evet Heidi!
Hani bilirsiniz şu İsviçre’nin Alp Dağları’ndaki mutlu kız çocuğu. Kırmızı kırmızı yanakları, yardımseverliği, çalışma aşkı ve güler yüzü ile tüm izleyenleri kendisine hayran bırakır. İllaki izlemişsinizdir. Girişte bahsettiğim konuyla bunun ne alakası var merak ediyorsanız sizi yormadan anlatmaya çalışayım.
Her ne kadar biz bu çizgi filmi mutlu bir hikâye gibi izlesek de aslında yazar Johanna Spyri bunu bir farkındalık oluşturmak adına kaleme aldı.
Heidi’nin ayaklarına hiç dikkat ettiniz mi? Karlı ve soğuk Alp Dağları’nda yaşayan küçük kızın ayakları hep çıplaktı.
Çünkü Heidi, bu çizgi filmde İsviçre’nin çıplak ayaklı, sözleşmeli köle çocuklarını temsil ediyordu.
İsviçre! Hani şu Batı medeniyetinin (!) beşiği olan ülke.
İşte orada 1970’lere kadar bu denli kötü bir tablo resmedildi.
Bu sözleşmeli çocuklara Verdingkinder’de deniliyor. 20. yüzyılda devlet ve kilise elele vererek işçi açıklarını kapatmak için fakir ailelerin çocuklarını köle gibi çalıştırma kararı aldı. Köle kavramının altını kalın bir çizgi ile çizelim. Çünkü çocuklara yapamayacakları zorlukta işler veriliyordu.
Kilise tarafından hizmetçi veya işçi olarak alınan çocuklara bir tane tulum ve bir tane de ayakkabı verilirdi. Fakat tabi zaman geçtikçe çocuklar büyüdüğü için ayakkabı ayaklarına olmazdı. Kilise de yeni ayakkabı vermeyince çocuklar, İsviçre’nin dayanılmaz soğuğunda çıplak ayakları ile çalışırlardı. Çalışmanın da ötesinde maruz kaldıkları fiziksel şiddet ve aşağılanmaya da cabasıydı tabi.
İşte yazar Johanna Spyri’de Heidi’yi o köle çocuklardan biri olarak işledi eserinde. Zaten hikâyeyi şöyle bir aklınıza getirirseniz, büyükbabasından zorla alınmış ve zengin bir ailenin yanında başka bir yere gitmek zorunda kalan bir kızdan bahseder. Yazar eserde tam anlamıyla köle çocukları işleyememiş çünkü tepki görmekten korkmuştur. Böyle ayakkabısız olması da okuyucu ve izleyici için ince bir nüanstır aslında.
Zaten İsviçre’de bu eser tam olarak benimsenememiş ve Heidi bizde olduğu kadar popüler olmamıştır.
Sözde insan haklarını savunan İsviçre’nin 19. ve 20. yüzyılı böyle geçti işte!
Ne kadar da medeni değil mi?
Batının olayı aslında tam olarak bu. O yazının başında bahsettiğim kafa yapısındaki kişiler Batı’nın karanlık yüzünü değil de, allayıp pulladığı, süslediği yüzünü görüyorlar maalesef. Manzara her zaman iç açıcı, albenili yansıtılıyor. Karanlık tarihleri ve barbarlıkları da tarih boyunca hep hasıraltı ediliyor.
Bizim tarihimizde böyle berbat olaylar yaşanmamasına rağmen barbar Türkler diye lanse edilmemiz de hem kendi içimizde hem de batılı toplumlar da bir algı yönetimi oluşturulduğunun bir göstergesi değil midir aslında?