Hafız ismail (34)
Hafız İsmail şehirden köyüne çiçeği burnunda bir hafız olarak dönmüş, gelir gelmez de kendisini bekleyen sorunlarla boğuşmaya başlamıştı. Henüz on sekiz yaşına yeni girmişti. Çok genç ve tecrübesiz olmasına rağmen yüreğinin sesi ona rehberlik ediyor, yol gösteriyordu. Heyecanı hiç eksilmiyor, yüreği hep kıpır kıpırdı. Ya azmi, cesareti ve kararlılığına ne demeliydi. Düşüncelerini gerçekleştirmek adına her türlü fedakârlığa katlanıyor, kafaya koyduğu şeyi yapmaktan çekinmiyordu. Dünya bir yana, hayalleri bir yanaydı. Hayallerini gerçekleştirmek için çıktığı yolculukta engel tanımıyor, bütün zorluklara göğüs geriyordu. Yıkık yumuk bir yerin, içinde sıraları olan kocaman bir mekâna dönüşmesi ondaki azim ve kararlılığın göstergesiydi. Mektep yapma fikrini ilk kez ortaya attığında, babası hacı Mehmet; “Senin o dediğin çok zor oğul, var git işine” Demişti. Sonra bu fikrini muhtar Ömer Ali ağayla paylaşmış o da bıyık altından gülerek; “Bu olacak şey mi hafız.” Diye tepki göstermişti. Ama o yılmamış, sokakta vakit geçiren birkaç genci yanına alarak işe başlamıştı. Onun bu gayreti başta muhtar Ömer Ali ağa olmak üzere bütün köylüleri etkilemiş ve galeyana getirmişti.
İşe ilk defa yukarı camiinin altında bulunan metruk yerin duvarları onarılarak başlanmıştı. Muhtar Ömer Ali ağanın desteğini arkasına alan hafız İsmail, ipek Seyit ve Yörük İbrahim ile birlikte duvar onarım işini kısa süre zarfında tamamlamıştı. İçi temizlenerek zemini tesviye edilen bu yer, artık farklı bir görünüme kavuşmuştu. Burası Yusuf çavuşun şehirden getirdiği kapı ve pencereler takıldıktan sonra mekân hüviyetini kazanmıştı. Ardından “Karakavaklık” tan kesilen söğütler nahiyede tahta plakalar haline getirilmişti. Uzun araştırmalar sonucunda aranan kan bulunmuş, adına camcı Ali de denilen Sümbül Ali, bu plakalardan mektebe sıra yapmak için kollarını sığamıştı. Sıraların tamamlanıp mektebe taşınmasıyla hayallerinin bir bölümünü daha gerçekleştiren hafız İsmail, adeta mutluluktan havalara uçmuştu.
Mektebe hoca olan hafız İsmail bununla kalmamış, mektebin üst bölümünde yer alan büyük cami’de de imamlık yaparak hizmetini bereketlendirmişti. Mektep ile camii arasında mekik dokuyor, yaptığı hizmetin hazzıyla yaşamını süslüyordu.
Hayat, her zaman her istediğini vermezdi insana. Hayatta hep kazanmak olmadığı gibi, hep kaybetmekte yoktu ve olamazdı da. Hep gülmek ve mutlu olmak hayatın akışına uygun değildi zaten. Hayat, içinde hem mutluluğu hem de acıyı barındırırdı. Gülmek varsa ağlamakta vardı. Her şey zıddıyla kaimdi. Doğan güneş bir zaman sonra batar; gündüz geceye, gece de gündüze dönüşürdü. Islak bir şey kuruyacağı gibi, kuru olan şey de ıslak hale gelebilirdi. Yaşanılan mutluluk ve üzüntü; hayatın siyah ve beyaz gibi tıpkı iki temel renkten oluştuğunu hatırlatırdı her fırsatta.
Çocukluğundan beri hayat denen rüzgârın önünde tıpkı bir yaprak gibi sağa, sola savrulan hafız İsmail, sonunda köyünde karar kılmıştı. Genç yaşta evlenmiş, Allah ona şirin bir erkek evladı vermişti. Ana ve babasının yanında karısı Fadime ile mutlu bir hayat sürerken, anasının hastalığı onu derinden yaralamıştı. Ardından arkadaşı Yunus’un talihsiz ölümü henüz iyileşmeyen yarasına adeta tuz biber olmuştu. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız..