HAFIZ İSMAİL (30)
Vaktin gece yarısını geçmiş olması çokta önemli değildi. Bu arayış sabaha kadar sürse de Yunus’u buluncaya dek devam edecekti. Köylülerin her biri tıpkı arazi araması yapan askerler gibi etrafı pür dikkat kolaçan ediyor ve onu bulabilme hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Saatlerce süren bu arayış ne zaman bitecek ve nasıl sonlanacaktı? Birçoğunun zihni bu soruya cevap aramakla meşguldü. Lakin bu vakte kadar olumlu bir gelişmenin olmaması pekte hayra alamet değildi. Ancak olumsuzluğu çağrıştıran birçok neden olsa da, hiç kimse böyle bir sonucu aklından dahi geçirmiyordu. Soğuktan yüzü mosmor kesilen ve ayakları neredeyse hareket edemez hale gelen hafız İsmail içinden; “ Ah! Yunus Ah!” Diye mırıldandı. Nerede ve nasıl olduğunu bilmediği Yunus’a, sanki karşısındaymış gibi sitemkâr bir soru yöneltti; “O fırtına da nasıl dışarıya çıkarsın, söyle nasıl?” İçi ilk zamanki gibi hala sızlamaktaydı. Diğerleri gibi onunda tek arzusu arkadaşının sağ salim bulunmasıydı. Allah kerimdi. Gün doğmadan neler doğar diye düşündü. Umut olmasa yaşanmazdı. Umut garibin yorganı, fakirin ekmeğiydi. Umutsuzluk mu? Aman ha! Dedi kendi kendine. Umutsuz olmaya gerek yoktu. Onu bulmak için bütün köy seferber olmuşsa bunda bir hayır vardı.
Gurubun önünden giden İpek Seyit ile Sofu Veysel; köye iki kilometre mesafedeki kız deresi denilen mevkide durakladı. Köy yoluna inen derenin tabanında bir karaltı görmüş ve korkmuşlardı. Ellerindeki meşaleleri sallayarak arkadakilere; “Buraya gelin” Diye bağırdılar. Biraz sonra yol ile derenin kesiştiği yere gelen köylüler endişeyle; “Ne oldu? Ne var? Diye sordular. İçlerinden muhtar Ömer Ali ağa iki elini sofu Veysel’e uzatarak; “Veysel, kollarımı sıkıca tut! Beni aşağıya sarkıt.” Dedi. Ömer Ali ağa derenin tabanında görülen karaltıyı eliyle yoklayarak kontrol etti. Ayaklarıyla karaltının etrafındaki kar yığınını dağıttı. Orada bulunanlar Ömer Ali ağayı heyecan ve merakla seyrederken, Ömer Ali ağa’nın hüzün dolu sesi duyuldu; “Yunus burada.” Kar birikintisinin altında talihsiz Yunus’un donmuş bedeni öylece duruyordu. Yüzü tanınmaz haldeydi. Dereye inenler onu oturur halde bulmuş, tıpkı bir heykele dönüşen kaskatı bedenini yol kenarına çıkarmışlardı. Diller lal olmuş, yüreklerde amansız bir yangın başlamıştı. O esnada hafız İsmail’in yanık sesiyle söylediği ağıt duyuldu. “Kar’ın altına mezar kazmışın/Yunus’um kar mısın yoksa buz musun. /Ver elini desem tutamaz mısın.” Hafız İsmail’in ağıt’ı sessizliğin hüküm sürdüğü ortama bomba gibi düşmüş, oradakiler ne yaptıklarını bilmez bir halde sağa sola koşuşturmaya başlamışlardı. Gözler yaşlı, gönüller buruktu. Yaşanan büyük bir hayal kırıklığıydı. Ağlamalar, hıçkırıklar ve ağıtlar etrafa yayılmıştı. Bu acı haber çoktan Yunus’un ana ve babasına ulaşmıştı. Yunus’un anası Zeynep teyze kendini yerlere atmış arkasından da ağır bir baygınlık geçirmişti. Babası çolak Mevlit ise; “Benim oğlum ölmüş olamaz.” Diye bağıra çağıra koşmaya başlamıştı.
Yunus’un cansız bedeni öğle namazından sonra köyün mezarlığına defnedilmişti. Bütün köy yas içindeydi. Yunus’u canı gibi seven hafız İsmail; onun ölümüne hala inanamıyor, inanmak istemiyordu. Yunus’un babası çolak Mevlit ağlamaktan bitap düşmüş, anası Zeynep teyze de zamanlı zamansız bayılma nöbetleri geçirmeye başlamıştı.
Lakin yapılacak bir şey yoktu. Bu bir takdiri ilahi diye söze başlayan hafız İsmail; Yunus’un ruhu için uzunca bir aşrı şerif okudu. Köy odasında toplanan köylüler, Yunus’un babası çolak Mevlit’e taziyelerini ileterek onu teselli etmek için bir birleriyle yarışır gibiydi. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız..