Hafız İsmail (24)
Sedef ana eski sağlığına kavuştuğunu iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. İçinden, bugün yarın buradan çıkarırlar beni diye geçirdi. İlk zamanlar rahatsızlık duymadığı hastanenin o kesif kokusuna şimdi tahammül edemiyordu. Bu yüzden yemekleri dahi yemekte zorlanıyordu. Onun için buradan bir an önce çıkıp özlemle yanıp tutuştuğu köyüne kavuşmak istiyordu. Bir gün sabah erken saatlerde onu kontrole gelen doktoruna; “Artık beni taburcu et! Doktor bey. Ben iyileştim gayrı.” Diyerek taburcu olma isteğini dile getirmişti. Doktorunun bu isteğine; “İyileştiğini görmemiz için bir kaç tetkike daha ihtiyacımız var. Daha sonra bakarız.” Diye cevap vermesi onun hastaneden çıkma hayalini suya düşürmüştü. İçinden, sabretmeliyim; birkaç gün dediğin nedir ki! Gelir geçer diye mırıldandı. Eline aldığı “Yasin-i Şerifi” okuyarak gözlerini yordu. Vücudunu uykunun kollarına teslim ederken, yüzünde beliren o muhteşem güzellik görülmeğe değerdi.
Günler geçmiş, zaman akıp gitmişti. Sedef ana hastaneden taburcu olmuş, çok sevdiği köyüne kavuşmuştu. Onun hastaneden çıkış haberi tez zamanda duyulmuş, köyün kadınları işlerini güçlerini bırakarak Sedef ana’nın ziyaretine koşmuşlardı. Ziyaretçi trafiği her geçen gün daha da artıyordu. Gelen ve gidenin haddi hesabı yoktu. Köydeki herkes; çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın kız Sedef ananın yanındaydı. Eline çorba tasını alan buraya geliyor, yakın komşular her öğün yemekler pişirip Sedef anaya ikram ediyorlardı. Evin bütün işleri evin küçük gelini Fadime’nin eline bakıyordu. Sırtına sardığı bebesiyle bir taraftan misafirleri ağırlayan, bir taraftan da evin alt katındaki ahırda bulunan büyükbaş hayvanların yemlerini verip onları tımar eden Fadime, bitap düşse de halinden pek şikâyetçi değildi. Onu üzen, evin büyük gelini Emine’nin ona ikinci kaynana gibi davranmasıydı. Oysa ona saygı da kusur etmiyor, onun her isteğini yerine getiriyordu. Bir kez olsun yardımını görmediği ve ona “Aba” Diye hitap ettiği, evin büyük gelini Emine’nin kaprisi yok muydu? İşte o çekilmezdi. Arada bir bunaldığı zaman kendini evin ön damına atar bir güzel ağlardı. Bu durumu kocası Hafız İsmail’e anlatmak için çok düşünmüş sonrada vazgeçmişti. Bu yüzden hafız İsmail’in ağabeyi ile arasının açılmasını istemiyordu. Bu benim imtihanım olsa gerek diye düşündü. Sonrada kendi kendine; Ah! Bu töre denilen şey yok mu? Diye mırıldandı. Aslında bütün kabahat töre denilen o saçma sapan adetleri koyan ve ona uyan insanlarındı. Kim çıkarmış, kim uydurmuştu böyle şeyleri; bilmek ve anlamak mümkün değildi. Birde kayınpederi hacı Mehmet’e söyleyememesi ona tuhaf gelirdi. Köyde gelinler kayınpederleriyle fısıltı şeklinde konuşur, buda sağlıklı bir iletişime izin vermezdi. Bu sebeple anlatamadıklarını araya üçüncü bir kişi koyarak anlatma yoluna giderlerdi çoğu kez. Ancak yıllar geçip kayın pederin keyfi yetince gelinine; “Bundan böyle de bakalım.” Demesiyle gelin kayınpederine “Derdi” Yani onunla sesli konuşabilirdi. Bu geleneğin büyüklere saygı göstermek adına sürdürülmesi tuhafın ötesinde bir ironiydi. Ama kime ne denilebilirdi? Böyle gelmiş, böyle giderdi. Yapacak bir şey yoktu. Tıpkı selin önünde durulamayacağı gibi törenin de önünde durulmazdı. Köy yerinde adınız çıktı mı ölüm fermanınız imzalandı demekti. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.