Hafız İsmail (20)
Köyün kurulduğu yamacın az ötesinde, yeşilin bütün tonlarının buluştuğu büyük bir koruluk vardı. Köyün güneyine düşen koruluk yalnız köyün değil, köylünün ve tabiattaki tüm canlıların da hayat kaynağıydı. Güneş’in parlak ışıkları gün boyunca asırlık çam ağaçlarının zirvesini gökyüzü cennetine dönüştürür, daha sonra da ufuk’un sonsuz enginliğinde kaybolur giderdi. Sonbaharın hırçın rüzgârları çam ağaçlarının dallarını maharetle sallar, kozalakların pütürlerinden çıkan nameler henüz bestelenmemiş bir hüzzam şarkısı mırıldanırdı. Kış gelince çamlar beyaz bir elbise giyer, her yer kar tanelerinin esaretine girerdi. Sonrasında tabiat yeniden can bulur, kuşların cıvıltısı duyulmaya başlardı. Çünkü bahar hayat demekti. Yeniden doğmak, yenilenmek ve dirilmekti. Her mevsimin ayrı bir güzelliği olsa da, bahar onlardan farklıydı. Bahar can bulmanın yalın bir ifadesi, sevgi ve bereketin simgesiydi. Bahar aşktı.
Hafız İsmail, evinin ön damına oturmuş koruluğu seyrederken derin düşüncelere dalmıştı. O sırada annesinin; “İyi misin kuzum?” Diyen sesiyle irkildi. Ayağa kalktı ve annesinin yanaklarından öperek ona sevgi gösterisinde bulundu. Annesi gittikten sonra, elini alnına siper ederek koruluğun içindeki yola uzun uzadıya baktı. O yolun biraz ötesinde koruluktan doğan ve birkaç yüz metre yol kat ederek karakavaklık mevkiine dökülen bir pınar vardı. Hafız İsmail yıllar önce o pınarda çok sevdiği bir arkadaşının boğulmasına şahit olmuştu. Onu kurtarmak için diğer arkadaşlarıyla birlikte suya atlamışlar ama ne yazık ki onu kurtaramamışlardı. Ertesi gün arkadaşının cansız bedeni Sarı Veli’nin bahçesinin yanı başında bulunmuştu. O günden beri bu pınarın adı “Kanlı pınar” olarak anılır olmuştu. Hafız İsmail, evinin ön damına her çıkışında bu talihsiz olayı hatırlar ve içi acırdı. Hala arkadaşı Ramazan’ı unutamamıştı. Kendi kendine Ah Ramazan ah! Diye söylendi. Ramazan’ı alan kanlı pınara bir daha hiç gitmemişti, gidememişti. Bir defasında arkadaşı Mustafa’yla sözleşip gitmeye karar vermişlerdi. Pınara yaklaştıkça ayakları tutulmuş, adımları küçülmüştü. O acı hatıra yüreklerine bir bıçak gibi saplanmış, pınara yaklaşamadan köylerine geri dönmüşlerdi.
Ramazan’ın anası Satı kadın perişan olmuş, babası kör Rıza oğlunu unutmak için bir müddet civar köylerde çalıştıktan sonra evine geri dönmüştü. Küçük kızları Fatma’yı Ramazan’ın yerine koyup oğlan çocuğu gibi yetiştirmişler, onda Ramazan’ın sevgisini aramışlardı. Ancak bu da kâr etmemişti. Üç kızı olan Kör Rıza, bir oğlum olsunda adını Ramazan koyayım diye üç kız sahibi daha olmuş, lakin giden oğlunun yerini bir erkek evlatla dolduramamıştı. Bu durumu her kes farklı yorumluyor, önüne gelen bir şeyler söylüyordu. Kimi; “Allah’ın işine karışılmaz.” Diyor, kimi de “Ha kız ha oğlan, ne fark eder ki!” Diye konuşuyordu. Doğruydu, kız veya oğlan fark etmezdi ama bunu gelinde Kör Rıza ile Satı kadına anlatındı. Onlar bu kadar kızdan sonra bir oğulları olsun istiyorlar, sebebini de ölen oğulları Ramazan’ın adını yaşatmak olarak açıklıyorlardı.
Yeşil Mehmet’in odasında otururken, köyün bilge kişilerinden “Büyük Hoca” Kör Rızaya; “Evladım, ölenle ölünmez ki! Bu yaptığın isyan hükmündedir. Tevekkel ol biraz.” Diye telkinde bulunmuş, fakat bu söz Kör Rıza’nın kulağının birinden girmiş diğerinden çıkmıştı. Orada bulunanlar ne söylemişse kâr etmemişti. Kör Rıza ölen oğlumun yerine Allah’tan bir oğul istiyorum. Adını da Ramazan koyacağım diyor başka bir şey demiyordu. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız...