Hafız İsmail (19)
Günler sonra kuruyan tahta plakalar sümbül Ali’nin elinde şekil değiştirmiş, muhtelif uzunlukta ve çok sayıda sıra ile hafız İsmail’in kullanacağı büyükçe bir masaya dönüşmüştü. Üç gündür durmadan dinlenmeden çalışan sümbül Ali, onu hayranlıkla seyreden çocukların şaşkın bakışları arasında son sırayı da çakarak işini bitirmişti. Alnına üşüşen terleri cebinden çıkardığı mendille sildi. Alet ve edevatlarını bezden yapılmış yarı yırtık siyah bir torbaya doldurdu. Caminin yanındaki çifte kurnalı celalin çeşmesinde elini yüzünü yıkadı. Elbisesini eliyle birkaç kez çırparak, gömleğindeki talaş kırıntılarını özenle temizledi. O hazırlığını yaparken mektebe gelen hafız İsmail ile muhtar Ömer Ali ağa, çakılan sıraları çoktan mektebe taşımışlardı. Hafız İsmail’i mektebin sıralarla dolu hali çok etkilemişti. Duygulanmış ve ağlamamak için kendini zor tutmuştu. O anda yanında beliren sümbül Ali’yi yanaklarından öpüp kucakladı. Olmaz denilen şeyler olmuş, düşünceleri gerçekleşmişti. İçinden, Allah’ım! Sana şükürler olsun! Diye dua etti. Mutluluktan ne yapacağını ve ne diyeceğini bilmez bir halde sıraların arasında dolaşırken, diğerlerinin oradan ayrıldığını fark edememişti. Mektep’in içini defalarca adımladı. Yeni yapılan masasını dikkatlice inceleyerek onu nereye koyması gerektiğine kafa yordu. Sandalyesine oturdu ve gözleriyle boş sıraları baştan aşağıya süzdü. Bir an nerede, nasıl ve ne yaptığını unutmuş, hayal âlemine dalıp gitmişti.
Mektep açılalı bir ay kadar olmuştu. Talebelerin sayısının gün geçtikçe arttığını gören hafız İsmail, halinden oldukça memnundu. İmamlık dışındaki zamanının neredeyse tamamını talebelerine bir şeyler öğretmek için harcıyor, adeta onların üzerine titriyordu. Ancak talebelerinin arasında on iki yaşlarında Salih adında kavgacı, yaramaz mı yaramaz bir çocuk vardı. Salih haşarı bir talebe olduğu kadar, zeki ve akıllı bir çocuktu. Mektebe her gün gelmediği halde Kuran-ı Kerimi arkadaşlarının çoğundan daha iyi okuyordu. Hafız İsmail onu hafızlığa başlatmıştı. Ancak devamsızlığı alışkanlık haline getiren Salih, bazı günlerde mektebe erkenden gelip arkadaşlarıyla kavga ediyor sonrada ortadan kayboluyordu. Ezberine çalışmadığı bir gün mektebe erkenden gelmiş, kimse görmeden ezberlemesi gereken sayfayı Kuran-ı Kerimden yırtarak mektebin ortasındaki kirişe yumurtayla bir güzel yapıştırmıştı. Okuma sırası Salih’e geldiğinde, Salih’in devamlı olarak kirişe bakıp okumaya çalışması hafız İsmail’i kuşkulandırmıştı. Salih’in yanına gelerek o manzarayı gören hafız İsmail adeta sinirinden deliye dönmüştü. Hiddetle; “Senin bu yaptığın şeytanın dahi aklına gelmez.” Diye bağırdı. Daha sonra Salih’in suratına okkalı bir Osmanlı tokadı patlattı. Bu olay hafız İsmail’i oldukça üzmüştü. Mektepteki diğer öğrencilere kötü örnek olan Salih’i kazanabilmek için her türlü fedakârlığı yapma niyetindeydi. Vakit kaybetmeden Salih’in babası çulsuz Mustafa’yla konuşmalıyım diye düşündü. Birlikten kuvvet doğardı. İçinden ele verir Salih’i adam ederiz diye mırıldandı. Ertesi gün çulcu Mustafa’nın kırmızı dere mevkiindeki bağına uğradı. Çulcu Mustafa’yla bir müddet sohbet ettikten sonra sözü oğlu Salih’e getirdi. Çulcu Mustafa’nın suratı gerilmiş, kulakları kıpkırmızı kesilmiş ve öfkesi kabarmıştı. O sırada dudaklarından kızgınlığını ifade eden “Vay eşek sıpası vay!” sözcüğü dökülüverdi. Biraz sakinleştikten sonra hafız İsmail’e; “Hafız, Salih’in eti senin kemiği benim. Bugüne kadar ben onu adam edemedim. Var sen ne gerekiyorsa onu yap!” Diyerek bağ çubuklarının arasına doğru yürüdü. (Devam edecek)
Kalın sağlıcakla..