Hafız İsmail (13)
Sille taşından yapılmış avlu duvarının çevrelediği alanın tam ortasında büyük bir şadırvan bulunmaktaydı. Şadırvanın karşısında ise görkemli bir duruş sergileyen “Çifte saatli medrese” talebelerini her gün olduğu gibi bu günde karşılamaya hazırdı. İsmail ile Mustafa erkenden medreseye gelmiş, şadırvanda abdestlerini aldıktan sonra derslerine son bir kez göz atmak için rahlelerinin başına oturmuşlardı. Müderris Şükrü efendinin geliş saati yaklaştıkça talebelerin heyecanı artıyor ve derslerini olduğundan daha yüksek bir ses tonuyla okuyorlardı. Talebelerin sesler bir birine karışmış, ortamda adeta arı vızıltısına andıran bir armoni oluşmuştu.
Nihayet Müderris Şükrü Efendi medreseye gelmişti. Oturduğu yerden etrafına şöyle bir göz attı. Karşısında oturan yardımcısı kıdemli hafızları yanına çağırarak birini sağına, diğerini de sol tarafına oturtup talebelerini sırayla dinlemeye başladı. Üç talebe yan yana oturuyor, ortadakini Şükrü efendi, diğerlerini de yardımcıları dinliyordu. Kendi okuttuğu talebesinin yanlışını düzeltirken aynı anda yardımcılarının okuttuğu talebelere de müdahale ediyor ve yardımcılarından önce onların yanlışını da düzeltiyordu. Arada bir; “Hınzırlar sizi, adam gibi çalışmazsanız böyle olur.” Diye de söylenmeyi ihmal etmiyordu.
Dersini verme sırası İsmail’e gelmişti. İsmail içinden, “İnşallah beni Şükrü efendi okutmaz.” Diye geçirdi. Ancak dilediği gibi olmamıştı. Şükrü efendinin önüne diz çökerek başını rahleye gömdü. Daha “Bismillahirrahmanirrahim.” Der, demez başından kaynar sular dökülür gibi oldu. Yüzü gözü ter içinde kalmıştı. Heyecandan ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmıştı. Henüz ilk sayfayı okurken kekeledi. Şükrü efendi,” la havle” diye gürledi. Öfkelendi ve bağırmaya başladı; “Bu ne cüret, sen benim karşıma hiç çalışmadan nasıl gelirsin!” Ortalık sessizliğe bürünmüştü. O anda rahleyi aldığı gibi İsmail’in kafasına geçirdi. Yere yuvarlanan İsmail’e aldırmadan bağırmaya devam etti. Sesi tüm dersliği sarmıştı. Diğer talebeler korkudan sinmiş öylece bakışıyorlardı. İsmail’in kolundan asılıp ayağa kaldırdı ve “Çık git buradan senden bir halt olmaz.” Diye bağırdı. İsmail’in anlında çizikler oluşmuş, tüm azaları titremeye başlamıştı. Hızlı adımlarla dersliği terk etti. Medresenin kapısına kıvrılarak salvar, sümük ağlamaya başladı. Dersini ezberlemek için idarenin başında sabaha kadar çalışmış, hatta takkesini dahi yakmıştı. Bildiği halde okuyamamak, dersini verememek ne yaman bir çelişkiydi. İçinden, “arkadaşlara da rezil oldum.” Diye mırıldandı. Utanmış, hırpalanmış ve kapının önüne koyulmuştu. Ne gidecek bir yeri ne de yanında ana ve babası vardı. Gurbet elde tek başınaydı. Epeyce ağladıktan sonra sakinleşti. Burnunu gömleğinin koluyla sildi. Bir an İçinin geçtiğini hissetti. Oturduğu yerde öylece kalakalmıştı.
Öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Ders bitmiş medrese öğle tatiline girmişti. Onu orada otururken gören talebeler durumu Şükrü efendiye iletmişlerdi. Şükrü efendi kovduğu hatta gittiğini sandığı talebesinin hala medrese de olduğunu duyunca içinden; “Hay Allah! Çocuğa bak!” Diye mırıldandı. Dışarıya çıkıp İsmail’e; “Sen hala bura damısın?” Diye seslendi. İsmail mahcup bir tavırla; “Benim gidecek bir yerim yok! Hocam, okuyacağım.” Dedi. Bu söz Şükrü efendinin çok hoşuna gitmişti. İsmail’in kolundan tutarak içeriye aldı ve “Gel kuyruksuz gel. Anlaşıldı, sende ekmek var!” Diye söylendi. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla..