Bir Akif Destanı
Çanakkale Savaşı’nın en çetin geçtiği dönemlere gidiyoruz şimdi…
Mehmet Akif Ersoy, yakın arkadaşı Kuşçubaşı Eşref’le, Arabistan’dadır.
el-Muazzama istasyonunda…
Burada olmalarının sebebi Şerif Hüseyin’in isyanına karşı, Arapların Osmanlı’ya tekrar biat etmesini sağlamak amacıyla Teşkilatı Mahsusa tarafından görevlendirilmeleridir. Teşkilatı Mahsusa’yı bugün ki İstihbarat Teşkilatı gibi düşünebilirsiniz.
Akif burada bir taraftan İngilizlerin bu topraklardaki oyununa son vermek için çaba sarf ederken, Araplarla diyalogları sürerken, diğer taraftan da aklı ve ruhu Çanakkale’dedir. Hiç bıkmadan her gün telgrafın başında cephelerden gelecek bir tane iyi haberi bekler.
Lakin beklenen haber gelmez… gelmez… gelmez…
Tüm telgraflar keder getirir yalnızca… Bir Akif düşünün. Vatanına gerçek bir sevdayla bağlı… Osmanlı’nın yıkılışını kabul edemeyen bir Akif… Bazen düşünürüm bende, batının hayali kahramanlarına karşılık ne koca yürekli atalarımız var diye. Aslımız, neslimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz öylesine hakiki kahramanlarla dolu ki onlar gibi hayali Herküller Süpermenler uydurup sonra bir de dönüp bu uydurduğumuz karakterlere hayran olmamıza gerek yok.
İşte bu kahramanlardan biri olan Akif, her hüzünlü telgraftan sonra adeta dağılır ve gözyaşlarını tutamaz, o Mehmetçiklerin yanında olmadığı için kendisine kızardı. Ümit korkuya dönüşse de sabırla beklemeleri ve edilen duaları tükenmezdi. Tüm bu kasvetli günlerin sonucunda 9 Ocak 1916 tarihinde Çanakkale’de mutlak bir zafer elde edilmiş, bu savaşa ne için katıldığını bile anlamayan düşman, iman dolu göğüslerin cansiperane mücadelesine dayanamamıştı. Kutlu zaferi vatanın her bir köşesine duyurmak için can atan Enver Paşa el-Muazzama istasyonuna da telgraf çekti.
Akif’in o an kendinden geçercesine sevindiğini hayal etmişsinizdir değil mi? Zaten Kuşçubaşı Eşref’te bizim gibi düşünmüş olacak ki Mehmet Akif’in donup kalmasına şaşırmıştı. Evet Akif oracıkta bir müddet gözünü tavana dikip andan ve zamandan sıyrıldı adeta… Sonra çadırda bir ibrik görüp anında oracıkta abdest alıp çadırdan çıktı ve toprağın üzerinde namaza duruverdi.
Saatlerce secdede ağlayan Akif içinden taşanlarla gelip çadıra masaya oturdu ve Çanakkale Şehitlerine Şiirini yazmaya başladı; “Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki Dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi…”
Ben bu şiire şiir derken bile hicab duyuyorum. “Akif bu sözleri yazarken Tanrıdan ilham almış olmalı.” diyor bir düşünür. Bunu cümleyi abartılı bulanlar henüz Çanakkale Şehitlerine şiirini okumamıştır diye düşünüyorum. Asım’ın Neslini anlamamıştır. Bedir Savaşı’ndaki aslanların, Çanakkale Zaferi'ndeki aslanlara niçin benzetildiğini idrak edememiştir. Ya da Kâbe’yi Çanakkale’de şehit olanların başına taş olarak dikmenin kudretinin vücudunu zangır zangır titretmesine izin vermemiştir.
Bu savaşı Müslümanların son umudu olarak gören Akif’in, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…” derken ki hıçkırıklarını duymamıştır yüreğinde… Ben yıllarca bu şiiri Akif’in Çanakkale Savaşı’nın içinde, savaşı görerek, o manzaralara şahit olarak yazdığını düşünürdüm. Fakat Akif Çanakkale’den kilometrelerce uzakta Arabistan’da yazdı şiirini… Çanakkale’yi hiç görmeden o anları birebir tasvir etti…
İşte demin söylediğim o düşünürün “Tanrı’dan ilham almış olmalı” demesinin sebebini de bunu öğrenince anladım.