14 İlahiyatlı Bel’amın Bildiri Paçavrası
Gazze soykırımından sonra Avrupa ve Amerikalı gençler İslam’a koşarken, Türkiye’de buna engel olmak için kendi tanımladıkları şeriat üzerinden İslam’ı ve Peygamberini küçük düşürmek için Arnavut kökenli sığıntı Diamond Tema’nın karşısına şeriattan bîhaber bir genç çıkararak horoz döğüşü yaptırdılar. Arkasından da sözüm ona ilahiyat tandanslı, resmi ideoloji zebunu, yallandığı kabın sahibine kayıtsız şartsız bağlı, laik-kemalist, diplomalı ve bir kaçı titr sahibi 14 belam, “Şeriat İslam değildir” bildirisi yayınladı.
Birinin kendini ilahiyatçı olarak tanımlamasını biz yemeyiz. Çünkü ilahiyat mezunu olmak kişiyi dindar yapmadığı gibi âlim de yapmaz ve din hakkında ahkâm kesme hakkı da vermez. Çünkü Rasûlullah (sav), bu ümmetin Ay’a, güneşe ve yıldızlara tapacağından korkmuyordu. O’nun en büyük korkusu; “Ümmetim hakkında en çok korktuğum, saptırıcı imamlar/liderler/hocalardır.” (Darimi, Sünen, 2/219) hadisinde beyan buyurduğu gibi, sapan ve saptıran hocalar idi. Zaten, başta Mustafa Öztürk, İsrafil Balcı ve Cemil Kılıç olmak üzere bildiride adı geçen bu zevat, İlahiyat camiasında kabul görmeyen, dışlanan ve zerre kadar itibarları olmayan kişilerdir. Bunlar laik-kemalist çevrelerin, din denildiği zaman başvurdukları, dini tahrif etmede yahudi hahamlara taş çıkartan ve dine karşı dini kullanan belamlardır. 12 Eylül ve 28 Şubat gibi ara dönemlerde apar topar televizyon ekranlarına çıkarılan Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz’ın artıklarıdır.
Bu belamlar, başta Mustafa Öztürk olmak üzere Kur’an’ı arkadan dolanarak kalleşçe inkâr eden sapkın “Tarihselci” ekole mensupturlar. Bu durumları, bildirinin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır. Bunların gayesi, Kur’an’ı tarihin derinliklerinde eriterek Hayat kitabı olmaktan çıkarıp fasikül haline getirmektir. Ondaki hükümleri, indiği ortamın şartlarında bırakıp Kuran’ı 70 ayetlik ahlak ilkeleri bildiren bir mecmua seviyesine indirmektir. Ama Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışan bu sapıklar, Allah’ın izniyle başaramayacaklar ve geçmişteki dedeleri gibi tarihin çöplüğünde yerlerini alacaklardır.
Bunlar, tarihselciliğin mimarı Fazlurrahman’ın günümüzdeki amansız takipçilerinden olan Prof. Dr. Ömer Özsoy’un dediklerinin hemen hemen aynısını söylüyorlar. 2002 yılında düzenlenen bir sempozyumda; “Kur’an-ı Kerim’in muhteva itibariyle tamamen ilâhî, dolayısıyla tamamen dînî bir metin gibi algılanmasının isabetli olmadığı kanaatindeyim” derken, Almanya’da 2008 yılında düzenlenen Kur’an sempozyumunda da; “Kuran’da anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10’u, Kur’an’ın ayetlerinde bulunabiliyor. Geri kalan kısım, tarihsel bağlamda yorum gerektiriyor. Dolayısıyla Kur’an ne ebediyen geçerli, ne de evrensel bir kitaptır” diyerek Kur’an’ın yüzde doksanının işe yaramaz hale geldiğini ifade ederek safrasını kusmuştur. İşte Bunun adına Kur’an’ı arkadan dolanarak kalleşçe inkâr etmek denir. Olunca dürüst gâvur olmak lazım. Böyle kalleş gâvurlara dikkat etmek gerekir, bunlar hep arkadan vururlar. Kur’an’ın indiği çağda o günün inkârcıları Kur’an’a “Evvelkilerin masalları” diyerek lafı hiç kıvırmadan erkekçe gâvurluklarını ilan ediyorlardı. Siz de “Bu Kur’an, 1400 küsur yıl öncesinin hikâyeleridir, günümüzde geçersizdir” deyin de kalleşçe davranmış olmayın, dobra gâvurluğunuzu ortaya koyun. Gerçi biz bu elbise giydirilmiş kütüklerin ne demek istediklerini anlıyoruz ama çoğu insanımız anlamadan peşlerine seğirtiyorlar.
Hâlbuki işin gerçeği şudur: İslam, getirdiği dinamik hukukî yapısıyla çağlar üstü bir seyir takip ederek her çağa damgasını vuran bir dindir. İslam, aynı zamanda değişmeyen sabitleri ve değişen dinamikleri ile hayatı tümüyle kucaklayan bir nizamdır. Yani İslam’ın değişmeyenleri olduğu gibi değişime açık yönleri de vardır. Hukukun bazı alanlarında değişiklik, gerek aklen gerekse dinen zaruri gözükmektedir.
Evet, İslam’ın kıyamete kadar değişmeyenleri olduğu gibi, zaman ve zemine, örf ve adetlere göre değişebilme elastikiyetinde/esnekliğinde olanları da vardır. Mü’min Allah’a kulluk için yaşar, hayatının gayesi budur. Müslüman’ın, Allah ve Rasûlü’nün koyduğu hükümleri değiştirme hakkı yoktur. “Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, Mü’min erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur” (33/Ahzab:36) ayeti, bu durumu açıkça ortaya kor. Değişme esnekliğinde olmayan muhkem hükümler, bu kategoriye dâhildir. Namaz vakitleri ve rekât sayıları, miras taksim oranları, ceza hukuku ile ilgili hükümler, kıblenin Kâbe, hac mahallinin Mekke olduğu ile ilgili ahkâmı ortaya koyan açık seçik ayet ve hadisler bunlardan bazılarıdır.
Mecelle 39. maddede yer alan “Ezmânın teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz.”, yani “Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr edilemez” kaidesi, İslam’ın değişebilen, içtihada konu olan hükümleri için geçerlidir. Zamanın değişmesi ile değişen ahkâm, örf ve adet üzerine kurulu hükümlerdir. Nass, yani ayet ve hadislerin açık delaletleri ile sabit olan hükümler, değişmez. (Ali Haydar, Dürerü’l Hukkam, 1/102.)
Bildirideki laiklik vurgusuyla ilgili de diyeceklerimiz vardır: Öncelikle şunu bilin ki insanlar artık elleriyle yaptıkları putlara kurbanlar keserek tapmıyorlar. Bu, ilkel bir şirktir. Bugünkü şirk, “İLKESEL”dir. Artık “İLKELER” putlaştırılıyor. Laiklik de bu putlaştırılmış ilkelerdendir. İşte böyle Allah’ın ilkelerine, karşı ilkeler icat ederek Allah’a ortaklar koşuluyor. Allah bazı işlere karıştırılıp, bazı işlere karıştırılmıyor. Dolayısıyla Tevhid ehli Müslüman “Allah’ı her işine karıştırandır.” Çağdaş müşrik de “Allah’ı bazı işlerine karıştırıp bazı işlerine karıştırmayandır.” Müşrikin anlayışında Allah hayata müdahale etmez.
Laiklik; “Atatürk laikliği, Fransa laikliği, Amerika laikliği…” gibi değişik adlandırmalar yapılarak masumlaştırılamaz. Bütün türevleriyle laik anlayışın ortak paydası, dini devlet işlerinden ayırmaktır. Bu ilke de “Din işi ayrı dünya işi ayrı, din ayrı siyaset ayrı, dini ve Allah’ı bu işlere karıştırma” şeklinde sloganlar halinde millete dayatılmıştır. Şartlandırma yoluyla şuur altına yerleştirilmiştir. Bugün dinî alt yapısı olmayan “Müslümanım” diyenler de, Kemalistler de, sosyalistler de, deistler de, ateistler de aynı sloganları kullanırlar.
İşte bütün türevleriyle laiklik, en masum tanımıyla “Din işlerini, devlet işlerinden ayırmaktır.” Yani dinin başını gövdesinden koparmaktır. Bu da Allah’ı, devlet işlerine yani parlamentoya, kışlaya, mahkemeye ve bakanlıklara müdahale ettirmemektir. Dini sadece namaz, oruç, hac, zekât, sadaka ve tespihten ibaret hale getirmektir. Bu konuda bu çevrelerden; “Senin namazına, orucuna, haccına, zekâtına engel olan mı var? Camiye gittin de polis mi engel oldu, jandarma mı yolunu kesti?” nakaratını çok duyduk.
Öyleyse kimse kusura bakmasın, bir kimse, dini devletten ayıran laikliği kabul ederek Allah’ı hayata müdahale ettirmiyorsa “Ben de Müslümanım” demeye hakkı yoktur. Çağdaş anlamda bunun adı “İlkesel şirk”tir. Yoksa Mekke müşrikleri de, kırka yakın ayette beyan edildiği üzere “Yerin göğün rabbi kim? Yedi kat semanın, arşın rabbi kim? Yaratan, öldüren, gökten yağmur yağdıran, yerden nebat bitiren kim?” diye sorulan sorulara “Allah’tır” diyerek kozmolojik anlamda Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Ama onlar Allah’ı hayata müdahale ettirmiyorlardı. “Allah’ın kitabına ve Rasûlü’ne gelin” denildiğinde “Biz atamızın yolundan ayrılmayız” diyorlardı. (Bkz:5/Maide:104). Bugünün laik müşrikleri farklı bir şey mi söylüyor?
Haliyle Müslüman fert; “ben laikim” diyorsa iman iddiasından vazgeçiyor demektir. Çünkü Müslüman, laik olamaz, laikse Müslüman kalamaz. Müslüman şeriatçı olmak zorundadır. Niye mi? Hayat kitabımız bu konuda şöyle buyurur da ondan: “Sonra seni iş hususunda bir şeriat üzere kıldık. Ona uy ve bilmeyenlerin arzularına uyma.” (45/Casiye:18). Bu ayet, Allah tarafından gönderilen Şeriata uymamızı emreder. “Ben Müslümanlardanım” diyen bir Mü’min de pazarlıksız ve şartsız olarak bu gönderilen Şeriata inanır ve uyar. İmanını, laiklik küfrüyle iptal etmez. Sapla samanı, hakla batılı karıştırarak Müslümanlık tafrası atamaz. Heva ve hevesini ilah edinen bu bildiri sahibi bel’amlara da iltifat etmez. Bilmem anlatabildim mi?