Yine Suriyeli Sığınmacılar Meselesi
Lafa gelince insan haklarını kimseye kaptırmayan şu bizim meşhur ukala, CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, “Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine başta olmak üzere bazı ücretlerde 10 kat zam yapacağız. Bunu niye yapıyoruz? Gitsinler istiyoruz. Bu misafirlik uzadı. Benim elimde yetki yok ki zorla, zabıtayla şehrin dışına bırakıp koyayım. Bir ara sınırlar açıldığında biz otobüsleri ücretsiz yapıp insan gönderdik. Şimdi de göndermeye hazırız. Gönderelim gitsin” diye buyurmuşlar.
Ukalalığı bununla da kalmıyor, tepkiler üzerine Haber Türk’te "Ben dediklerimin arkasındayım. Bedel ödenmesi gerekiyorsa, bu bedeli ödemeye hazırım. Asla geri adım atmam. Bundan sonra yapmam gerekeni yaparım" diyerek kabadayılığını sürdürdü. Bu konuda CHP'den kendisine yönelik bir görüşme olup olmadığı konusunda ise, "Hayır, almadım. Ama partim bu çizgimi biliyor. Alsam da onu da umursamayacağım" diyerek kahramanlıkta (!) zirve yaptı.
Bu zat, kendini bir belediye başkanı değil de “Asrın Firavunu” zannediyor. Oysa, merkezî nüfusu 180 bin olan bir ilin belediye başkanlığından öte çapı ve yetkisi olmayan bir yönetici. Eğer yüzde elli iki oy alarak -hafazanallah- başımıza Cumhurbaşkanı seçilseymiş, Firavun II. Ramses’e rahmet okuturmuş.
Bu ayrıştırıcı ve nefret içerikli sözlerin ardından, “Suriyeli Sığınmacılar” meselesi tekrar gündeme taşındı. “Seçim öncesi onlara vatandaşlık verilip 2023 seçimlerini Erdoğan onların oylarıyla kazanmayı düşlüyor” iddia ve endişesiyle televizyonlarda bu konuda yapılan açık oturumlarda konuşan “papyonlu entelektüellerin” ortak görüşü; “Sığınmacıların geldikleri gibi geri gönderilmeleri, gitmezlerse polisi gücüyle sınır dışı edilmeleridir.”
Aynen Yunan kafası. Kapılar açıldığında Yunan’ın, sınırlarına yığılan göçmenlere yaptıklarını yapmak. Olympos dağının çocuklarından bundan başkasını beklemek de yılandan bal yapmasını beklemek kadar abes olur.
Bütün bu vicdansızlığın, insafsızlığın, merhametsizliğin ve zalimliğin gerisinde yatan gerçek, kalplerin imandan boşaltılmış olmasıdır. Çünkü iman olmayınca vicdan ölür.
Bu laik-seküler, Allah’ı bazı işlerine karıştırıp bazı işlerine karıştırmayan çağdaş müşriklerin ortak kanaati: “Ülkeler önce kendi menfaatlerini düşünürler. Ekonomi iyi değildir. Türk vatandaşlarının yoksulluk çektiği bir Türkiye’de Suriyelilerin yükünü çekemeyiz. Biz her şeyden önce kendi vatandaşlarımızı düşünmek zorundayız.” Bütün irtibatını sadece “Çıkar” ilişkisine göre ayarlayan Batılı emperyalistlerin mantığı, aynen bizin papyonlu entelektüellerde de iman haline gelmiş. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez, İslam imanı kalpten çıkarsa yerini mutlaka başka bâtıl doldurur.
Değerlerimizden kopar, paylaşma ahlakını kaybeder, dini sosyal hayattan soyutlar ve ona cami-ev-mezarlık güzergahında bir yer tayin ederek sırtınızı laikliğe dayarsanız olacağı budur. Ümmet yerine kavmi ve sırf kendi vatandaşını düşünen egoist/bencil, sadist, sadece kendi milletini öne çıkaran narsist bir insan tipi icat edersiniz.
Peki, Müslümanı Müslüman yapan değerlere göz attığımızda neler görürüz?
Medine’de yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri, cahiliye döneminde, savaşılması haram olan dört ayın dışında, kendi menfaatleri peşinde sürekli birbirleriyle savaşan iki Arap kabilesiydi. İslam’la şereflendikten sonra bu iki kabile bütün cahiliye artıklarını bir tarafa atıp İslam potasında bir araya gelerek “İslam kardeşliği” ortak paydasını oluşturmuşlardır. Menfaat ve egemenlik çatışmaları yerini hem tasada hem kıvançta beraber yaşamaya terk etmiştir. Bedeviyetten medeniyete intikal ederek Allah ve Rasûlü’nün şu çağrılarına teslim olup hayatlarını ona göre düzenlerler:
“Onlar, verdikleri sözü yerine getirirler ve dehşeti her yerde hissedilen bir günden korkarlar. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz derler.” (İnsan suresi:7-9).
“Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66),
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” (İbn Ebû Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6),
“Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü"l-Kıyâme, 59),
Bu ilahî ve Nebevî öğretilere samimi bir şekilde inanarak kişilik oluşturan ilk dönem Müslümanları ve daha sonraki dönemlerde onları takip edenler, bütün bunların özeti olarak şu kelam-ı kibarda birleşirler: “Doğudaki bir Müslümanın ayağına batan dikenin acısını, batıdaki Müslüman duymadıkça gerçek Müslüman olamaz.”
Kur’an ve Sünnetin inşa ettiği hakiki Müslüman aynı zamanda îsar sahibidir, diğerkâmdır. Yani Müslüman kardeşini kendine tercih eder. Hayat Kitabımız Kur’an bunu şu şekilde ifade eder:
“Onlardan önce bu yurda/Medine’ye yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.” (59Haşr:9). Evet, buna Ensar ruhu denir.
Laik-seküler memeden emerek yetişen cumhuriyet döneminin tosuncuklarına bunları anlatamazsınız. Ensar ruhundan bahsetseniz midelerini konuştururlar. İnsanın sadece “Karın”dan meydana geldiğini zanneden materyalist, “hepben”ci, bölgeci, ırkçı ve narsist güruha bunları anlattığınız zaman “Hamaset” yapmış oluyorsunuz. “Bırakın hamaseti, gerçekleri görün” diyerek açlık edebiyatı yapıp ülkenin sefaletten yerde süründüğü yalanını söylerler. Bütün bunları, kapıların önü lüks arabalardan geçilmeyen, aile fertlerinin tamamında en az değeri üç binden başlayan iphone cep telefonu bulunan ve senesi dolmadan değiştirilen, kafeleri, lokantaları ağzına kadar dolu olan, tatil beldeleri ve sahilleri asla boş bırakılmayan bir ülkede bu son kullanma tarihi geçmiş ezberler tekrar edilip durmaktadır.
Onların körelmiş vicdanları, Beşşar Esat’ın varil bombalarından kaçarak gelen Suriyeli masum kadın ve çocukları; can, mal ve namus emniyeti oluşturmadan Suriye’ye geri gönderebilirler, imandan boşaltılmış taş kalpleri buna onay verebilir ama Kur’an’ın inşa ettiği gerçek Müslümanın gönlü kanar, uykuları kaçar, vicdanı titrer, “İman varsa, imkân vardır” inancıyla, sıkıntıya rağmen çözüm üretir. Kendi rahatı için başkalarını zulüm altına göndermez.
İyi ki ahiret var. İyi ki hesap-kitap var. İyi ki Allah’ın verdiği sorumlulukları yerine getirenlerle sırf kendileri için yaşayarak sosyal farzlardan kaçanların yargılanıp hak ettikleri karşılığı görecekleri Mahkeme-i Kübra var. “Zalimler için yaşasın cehennem.”