YALNIZLIK ÜSTÜ AKŞAM
Akşamüzerlerini oldum olası sindirmedim içime. Garip bir telaş, tuhaf bir kaçış zamanı… Ne gündüz ne gece, üstüme gelen hüzün dalgaları… Sanırım böyle bir hüzün üzeri yine; alaca karanlık, şehrin caddelerini mesken tutalı oldu bir hayli. Eskiler acaba kaç mızrak boyu derlerdi bu hale? Sokak lambaları, yetecek mi bilmem hem şehre hem yüreğime.
Yorgun değilim aslında ama bir bedbinlik, bir yılgınlık da yok değil. Boş vermişlik değil bu, eminim, ama dolu vermek için de ruhumda cesaret hissetmiyorum. Köşede bir kedi yavrusu ile karşılaşıyoruz, yalanmak, sürtünmek için ayaklarıma dolaşıyor, acıyorum, içim acıyor, lakin acımı dindirecek bir çözüm bulamıyorum, pişmanlık ve çaresizlik içinde kıvranırken fırıncının sıcak sesi yetişiyor, canlandırıyor beni. “Paşa Bey, pide buyurun, sıcacık yeni çıktı, afiyet olsun beyim” diyor. Çevik bir hareketle yavru kediden kurtuluyorum. Büyük marketler geliyor nedense aklıma, o marketlerde bir kasiyer beni böyle kurtaramazdı eminim.
Elimde bir sıcaklık hissediyorum, hatta hafif bir yanma hissi. Koku beni alıp gidiyor, yumuşak bir koku, hafif, çekici, “baştan çıkarıcı” desem yeridir. Ellerim yanacak nerdeyse, diğer elimde pazar filesi, tek başına bir adamın filesi ne kadar olacak zaten. Keşke kalabalık bir aile için fileyi doldurup taşıyamasaydım.
İnsanlar gelip geçiyor yanımdan, hızlı ve telaşlılar. Motor ve korna sesleri rahatsız ediyor, trafiğe bir çözüm bulmalı, misal bu caddeyi kapatsalar arabalara da şöyle yolun ortasında salına salına bir yürüsem. Ekmek, sıcaklılığını kaybediyor, aslında ekmeği yemeğe götürmek yerine yemeği sıcak ekmeğin yanına getirsem olacak belki de.
Bu arada, fırıncıya parayı ne zaman verdim, bozuk para da yoktu yanımda, pideleri kalfa sarmış olmalı gazeteye, selam vermiş miydim, çıkarken “hayırlı işler” dedim mi? Bak şimdi bir sıkıntı düştü içime, yarın unutmasam da sorsam fırıncıya, parası filan kalmış olmasın.
Karşımda duran bu çocuk da kim? Yüzü hiç tanıdık değil. Önce sağıma sonra soluma eğilerek, hınzır hınzır gülüyor meret. Aniden bir çığlık atıyor, koluma vuruyor, arkasından bir başka yaramaz, yetişiyor, bağırarak “elim sende” deyip, gerisin geriye koşup gidiyor. Bu oyun sabaha kadar sürer böyle giderse.
Kapının önünde durdum, anahtarı nereye koydum, unuttuysak fırında filan yandık desene. Evet yok işte, anahtar yok. Her zaman sağ cebimde olurdu, apartman kapısını kapıcı açar hadi, ya fakirhaneyi? Biri koşuyor yine, bana doğru geliyor sanki. Çocuklar oyunu bitirememişler anlaşılan. Derin bir nefes alarak sıkılmış kalbimi rahatlayayım deyip geriye doğru döndüm. Yine bir çocuk ama bu sefer yüzü tanıdık, ne mutlu oldum şimdi. Bu bizim fırıncının çırağı, garibim buraya kadar tek nefeste gelmiş de, niye gelmiş? Usta kızdı herhalde, parayı mı yanlış verdi, bizim dalgınlığımızdan yandı çocuk. Nefes nefese, tek kelime edebildi gariban; “anahtarlarınız” ve aynı hızda geldiği gibi döndü gitti.
Pideleri sıkıca bastırıp kucağıma, eğiliyorum anahtar deliğinin hizasına, yıllarca alışkanlık tek hamlede açıyor kapıyı ve içeri giriyorum. Merdivenlere yöneliyorum, en üst katta ineceğim, epey yol var hem, nerden baksan üç katlı bina. Yine takılıyor aklımın ucu, acaba diyorum aynı metre kare yerde üst üste bu kadar evi kim koymayı akıl etmiş? Cevabı ile ilgili bir yorumda bulunamadan evimin kapısı önündeyim, evim demişsem, kira işte.
Ev; soğuk, hissiz, kesif bir yalnızlık kokusu, iyi ki elimde pide varmış değiştirdi havayı. Mutfağa yöneliyorum, bıkkınlık yerini açlığa bıraktı, boş vermişlik yerine susuzluk hâkim kalbimin duvarlarına.
En usta aşçılar şimdi elime su dökemez, iştahla ve cesaretle başlamalı işe.
Dur Paşam, dur, ne çabuk…