Sorumluluk Duygusu Üzerine
İslam’a göre insan sorumlu bir varlıktır. Bu sebeple emanet bilinciyle hareket etmelidir. Hani Şeyhülislam Zembili Ali Efendi’ye sormuşlar: “Efendim, en büyük günah nedir?” diye… O da “Bana ne!” demiş. Adam anlamamış, tekrar sormuş. Bunun üzerine Şeyhülislam, “bana ne!” anlayışına sahip olmaktır, demiş.
Gerçekten de öyle.. Hâlbuki İslam, her şahsa, gücü nispetinde “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” sorumluluğu yüklemiştir. Elbette bu işler eğer yasalara aykırı işlerse, zaten hukuk bunun hesabını soracaktır. Ama, etrafımızda olumsuz anlamda olup-bitenler karşısında sözle de olsa bizler bir şeyler yapabiliriz. Eğer gücümüz nispetinde olan sorumlulukları yapmıyorsak, toplumsal sorumluluklardan kaçıyoruz anlamına gelir.
Aynı şey, iyinin, doğrunun ve güzelin yayılması konusunda da görülmektedir.
Günümüzde bizleri iyinin ve güzelin yayılmasından alıkoyan iki engel vardır: Bunlardan birisi, başkaları ne der anlayışı, diğeri de, rızık endişesidir. Hâlbuki her iki endişe de yersizdir, köksüzdür. Bunlar şeytanın hilesidir, desisesidir, aldatmasıdır. Bir Müslüman, İslam’ı yaşama noktasında, “falan ne der, filan ne der” diye değil, bu konuda “Allah ne der” sorusunun muhatabı olmalıdır.
Biz bu dünyaya birey olarak tek başımıza geldik, yine tek başımıza bu dünyadan ayrılacağız. O zaman, eğer ben yaşantımı düzeltirsem, İslami bir duyarlılık kazanırsam, “şu ne der bu ne der” diye hesap yaparsak kaybederiz. Bu konuda tek soru merciimiz Yüce Allah olmalıdır. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. Yine rızık konusunda da hakkı, hakikati söyleme konusunda hesap yapmaya kalkarsak er-Rezzâk olan Rabbimizin gücünü ve kudretini hesaba katmamış oluruz. Kaldı ki Cenab-ı Hak, kendi yolunda yürüyen kullarını hiçbir zaman aç-susuz bırakmaz. Her türlü rızkı onların önlerine serer. Bu konuda Rabbimiz, kulunun hem dünyevî ve hem de uhrevî işlerine kâfidir. Çünkü Allah’ın kullarına inayeti, yardımı, hidayeti ve koruması, Kendisine ve Resulüne itaati nispetindedir.
Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden birisi el-Hasîb’tir. Bireysel ve toplumsal bağlamda acılarla, felaketlerle ve her türlü dini/dünyevi sıkıntılarla sınandığımız zamanlarda, sızlanmadan, şekvalığı seçmeden, O’nun el-Hasîb ismine yönelmeliyiz. Bu ismi hiçbir zaman dilimizden ve gönlümüzden çıkarmamalıyız. Dua ve zikir makamında sürekli şu ayeti okumalıyız: “Hasbünâllâhü ve ni’me’l-vekîl/Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir:” (Âl-i İmran 173). O’nun vekîl oluşuna inancımız sözde kalmamalı, bize düşen davranışları da sabırla yerine getirmeliyiz.
Tevhid mücadelesinin önderi Hz. İbrahim (a.s), Nemrud ve avanesi tarafından ateşe atıldığı zaman “bana Allah yeter” demiştir. Efendimiz Hz. Muhammed (a.s) da kendisine karşı bir ordu toplandığı haberi verildiği zaman: “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir” ayetini okumuştur ama tedbirini de almıştır. Yeter ki biz, bize düşeni yerine getirelim. Sebeplere sarılalım. Sebepleri yaratan da Yüce Allah’tır. Kulları için bütün nimetler, O’nun fazlından, cömertliğinden ve engin keremindendir. Bunu böyle bilelim ve şu ayeti bir daha okuyalım ve düşünelim:
“Eleysallahu bikâfin abdehû?Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36).
Yeter Ya Rabbi! Yeter Ya Rabbi!..