Musab Seyithan
Musab Seyithan Mazide kalan bir olay ve iki yorum-1

Mazide kalan bir olay ve iki yorum-1

Bingöl Kiğı ilçesinin iki camisi vardı. Merkez camiinde kadrolu imam olmadığından müezzin idare ediyordu. Kiğı Lisesinde de iki Din dersi öğretmeni vardı. Kaymakamlık izniyle, bir hafta öğretmenlerden Behçet hoca, bir hafta da Musab hoca Cumayı kıldırıyordu.

12 Eylül 1980 ihtilalinden, yaklaşık iki yıllık bir zaman geçmişti. Kenan Evren de Cumhurbaşkanı idi. Her gittiği yerde ayet ve hadislerin kendince yorumunu yaparak “meydan müfessirliği” vazifesini ifa ediyordu. Devletin her kurum ve kuruluşuna militarist bir renk tonu kattığı gibi dine de böyle bir boya katmak istiyordu. Bir gün yolu Urfa’ya düşer ve orada toplanmış olan halka konuşma yapar. Ön sıralarda örtülü kadınları görünce, bizim “meydan müfessiri” cûşu hurûşa gelerek şöyle der:

“Sayın Urfalılar! İslam’da başörtüsü diye bir şey yoktur. Eskiden Peygamber zamanında tarak yoktu, kuaför yoktu, kadınların saçları yemeklere dökülüyordu. Kocaları bundan tiksinmesin diye Peygamber, kadınların başlarını örtmelerini emretti. Şimdi durum öyle mi? Taraklar var, modern kuaförler var. Artık bu sakınca ortadan kalktı. Bundan dolayı kadınlarımız çağdaş bir şekilde giyinmelidir...”

Akşam televizyon haberlerinde bu incileri (!) dinleyince Musab öğretmenin tepesi attı. “Bu insanlar her konuda uzmana gider. İşini ehline danışarak yapar. Hastaysa doktora gidip muayene olur, verdiği reçeteyi, eczaneye götürür, ilacını oradan alır. Hiçbir zaman tenekeciye gidip hastalığı için ilaç yazdırmaz. Yazılan reçeteyi de hırdavatçıya götürmez. Ticarî işlerini takip için muhasebeci, hukukî işlerini sürdürmesi için de avukat tutar. Ama iş dinî konuya gelince, herkes söz sahibi ve âlim kesilir. Bu konuda hiç kimse önünden yemez” diye hayıflandı.

Bu hafta Cuma kıldırma sırası nasıl olsa bende. “İslam’da Örtünme” ile ilgili bir hutbe hazırlamak artık bana farz oldu. Dinî tahsil yapmış kişiler olarak bizler susarsak, cahillerin sesi daha gür çıkmaya başlayacak” diyerek Cumaya daha dört gün olmasına rağmen hutbesini hazırlamaya başladı. Bu iş biraz riskli idi. Ama susmayı da kendine hiç yediremiyordu. “Şehitlerin efendisi, amcam Hamza ile zalim hükümdara karşı hakkı haykırdığı için öldürülen kişidir” hadisi zihninde durmadan yankılanıyordu. O gece uyku tutmadı. Nefsiyle cebelleşti. “Neyine gerek! Sen bir memursun. Çoluğun-çocuğunla gurbet eldesin. Seni tutup götürürlerse onlar perişan olur. Bölgede sıkıyönetim var, sana da işkence yaparlar” diyen nefsinin haykırışına “Bilâl-i Habeşîler, Habbab b. Eret’ler bu dava uğrunda işkence çekmedi mi? Onların hayatlarını hikâye olsun diye mi öğrendin? Eğer bu hakkımda mukadderse çekerim. Mukadder değilse hiç kimse kılıma dokunamaz. Hem de Yüce Allah Bakara suresinin 214. ayetinde şöyle buyurmuyor mu? “Yoksa siz, sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmedikçe cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve Onunla beraber iman edenler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!’ dediler. Dikkat! Allah’ın yardımı yakındır.”

Anlaşıldığı gibi bu ayette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla ahirette başarılı olmanın yolu, iman ve aşkla çalışmak, çabalamak, sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve sefayı, eğlenceyi tercih eden nefis ve şeytandan uzak olmaktır. “Ey Müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, kurban vermeden, bedel ödemeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz” mesajını veriyor.

“Öyleyse korku elbisesine bürünüp memuriyet mazeretine de sığınarak bu konuda susmak bana göre değildir” diyen Musab hoca “Hem de ben kimseye hakaret filan etmeyeceğim. Tesettürün İslam’daki yerini ve ihtilalin cumhurbaşkanının öne sürdüğü gerekçelerin çok çocukça, komik ve bâtıl olduğunu dile getireceğim” diye de ilave ederek hazırladığı hutbeyi Cuma günü okumaya karar verdi:

“Aziz Müslümanlar! Bugün sizlere İslam’da örtünme konusundan bahsedeceğim. Biliyorsunuz, İslam bin dört yüz yıldan beri gündemdedir ve O’nun hükümleri yeni keşfedilmiyor. Allah’ın Yüce Kitabında bize emredilenler arasında kadınlarımızın örtünmeleri de vardır. Nur suresi 31. ayette: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini harama bakmaktan korusunlar. Namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımlar (el ve yüz) müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler…” , Ahzab suresi 59. ayette de : “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbablarını/dış elbiselerini üstlerine almalarını söyle” buyurmak suretiyle tesettürle ilgili hüküm ortaya konuluyor. Nur suresindeki ayet başörtüsünü emrederken Ahzab suresindeki ayet de cilbabı emrediyor. Cilbab, vücut hatlarını belli etmeyen dış elbisedir. Bu, örfe göre değişir. Bazı yöreler bunu çarşafla, bazı yöreler de pardösü, abâye ve buna benzer giysilerle bu örtü emrini gerçekleştirir. İslam, bir elbise modeli önermemiş, fakat vücut hatlarını belli etmeyen dış elbise ile başın örtülmesini emretmiştir.

Görüldüğü gibi aziz Mü’minler! Emri veren, Peygamber değil, Allah’tır. Saçlar yemeğe döküldüğü, o günlerde tarak ve kuaför olmadığı için Peygamberin bunu emrettiği şeklindeki gerekçeler, çok cahilce ve gülünç gerekçelerdir. Bu, İslam’ı bilmemektir. Örtünme bir Allah emridir. Mütevâtir bir haber olan Kur’an-ı Kerim’in muhkem ayetleri ile sabittir. Kıyamete kadar bu hüküm geçerlidir. Amerika’yı yeni keşfetmiyoruz. Bu hükümler de yeni uygulanıyor değildir. Tarihte hiçbir âlim bu ayetleri öyle anlamamış ve “Bu uygulamalar Peygamber devri için geçerlidir” dememiştir. Ama bugün Belam kılıklı bir takım -sözüm ona- modernist ilahiyatçılar, örtünme ile ilgili ayetleri çarpıtarak, yallandıkları odaklara kuyruk sallamaktadırlar. Mal bulmuş mağribi gibi “meydan müfessirleri” de bulundukları makamdan güç alarak örtünme emrini basite indirgemektedirler. Oyuna gelmeyin. Allah’ın emri onların dediği gibi değil, Kur’an-ı Kerim’in emrettiği gibidir.

Daha birkaç gün önce, Urfa’da Kenan Evren’in yaptığı konuşmaya göndermelerin olduğunu anlayan bütün cemaat pür dikkat gözlerini minberdeki Musab hocaya dikerek okunan hutbeyi dinliyordu. En ön safta bulunan kaymakam Şahabettin Harput da başını öne eğip hutbeyi dinlemişti.

Cumadan sonra cemaatin çoğu Musab hocayı tebrik etti. “Allah razı olsun hocam, hislerimize tercüman oldun” dediler. Memur olanlardan bir kısmı da:

- Sen ne yaptın, arının deliğine çomak sokmak neyine. Nihayetinde sen bir öğretmensin, memursun. Cumhurbaşkanının konuşmasına hangi cüretle bu üslupla cevap verirsin, dediler.

Kaymakam Şahabettin Bey, Behçet Çağatay hocaya:

- Musab hocayı al da, öğleden sonra yanıma gelin, der.

Behçet hoca, durumu Musab hocaya söyleyince, Musab:

- Kaymakam bey, yoksa kulaklarımı mı çekecek? Sen nasıl böyle hutbe okuyabilirsin, sen memur değil misin? mi diyecek, deyince Behçet hoca:

- Vallahi benim de aklıma öyle geliyor, dedi. Musab hoca:

- Haydi, Kaymakamlığa gidiyoruz der ve Behçet hocayla mesai saati bitmeden giderler.

İçeri girince Kaymakam Bey yerinden kalkar ve gülerek karşılar. Tokalaşır, kucaklar ve buyur eder:

- Yahu nerelerdesiniz! Bir gün olsun ziyaretime gelmediniz. Sizin hiç konuşacaklarınız, danışacaklarınız yok mu? Adamlar eften-püften şeyleri bahane ederek geliyorlar, dedikten sonra Musab hocanın gözüne bakarak:

- Sen de birilerine iri iri kayalar gönderdin Cuma hutbesinde. Haydi, hayırlısı bakalım, dedi ve üzerinde fazla durmadı.

Çaylar içilip kısa bir sohbet daha yapıldıktan sonra öğretmenler müsaade alıp kalktılar.

Kaymakam bey:

- Ara sıra gelin. İnanç birliği olan kişilerin oturup sohbet etmesinin bir başka zevki var dedi.

Kaymakamlıktan ayrılırken Behçet hoca:

- Musab hoca, haydi gözün aydın. Kaymakam fırça çekmek için çağırmamış. Hem de Bingöl’deki sıkıyönetim komutanı Tuğgeneral de mütedeyyin biriymiş. Sırtını oraya dayadığı için senin hutbeyi es geçti. Çünkü kaymakamla sıkıyönetim komutanının arası iyi imiş, dedi.

- Demek ki, Behçet hocam, halka inebilmek için idareciler köstek yerine destek olsalar, hatta ihsanlarına gerek yok gölge etmeseler, bizlerin işi kolaylaşıyor. Öğrendiğimiz doğruları anlatırken endişemiz olmuyor. Ama her kaymakam, Şahabettin Bey gibi, her komutan da Bingöl sıkıyönetim komutanı gibi olmuyor. Kimi şevklendirirken, kimi de cefayı tattırıyor. Ne yapalım hayat da sefa ile cefanın çarpımının toplamından ibaret olduğuna göre mesele yok demektir… (Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi