Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci İki Laf Edelim

İki Laf Edelim

Dışarıda hafiften bahar yağmuru, toprak kokusu gelip oturur şimdi odanın bir köşesine. Üşüyüp mü gelmiştir, sözün muhabbetini özleyip mi acaba? Gecenin serinliğini kırmak için sobaya atılan iki dal meşe odununun toprak kokusunu özlediği de muhtemeldir. Pencereden girip bu sıcaklığa eşlik etmek isteyen güneş, ha çıktı ha çıkacak bulutların arasından. Kuzine sobanın üzerinde demlenmeye bırakılmış taze çay kokusu da girdi lafa, Karadeniz’den başladı söze, çayın deminden bahis açtı, şeker dedi, tat dedi. Sonra söz gelip müsaade istedi…

Kısa dalgada türkü vakti, o ahşap küçük kutunun içinden eve dolan yanık sesin, yağmura nazire edercesine yüreğine dokunuyor insanın. Yanık bir türkü, nerede nasıl yanmış, hangi hazla demini almış? Hangi yiğidin hangi mevsim çalmış feryadını? “Evvelim sen oldun ahirim sensin” diyerek bağlamasına döktüğü sözün yıllar sonra da iki çift yüreğin gönül teline dokunacağını bilincinde olarak mı çığırmıştı türküsünü ozan?

Adam, yağmurdan sonra odanın içine dolan güneş ışığına doğru çevirdi yüzünü, görebildiği son noktaya kadar uzattı bakışlarını, sılayı çekti içine, dağları izledi bir müddet, ihtişamıyla karşısında duran ve aslında deveranı ve devrimi asla durmayan dağlar… Dağların öte yanını göremediğine hayıflanmadı, gözlerini yumdu adam, şimdi daha net görüyordu ve daha uzağı. Derin bir of çekmedi, derin bir “hu” çekti.

İnsan, muhabbet edecek birini arar, konuşacak biri değil ha… Ne konuşmalar vardır da dilden öteye geçmez, dilden öteye geçmeyen de kuru bir laf olur, dokunur da tesir etmez. Söz, kendi başına kaldığında yitiğini arar, duyulunca çıkar yola ve kefil olur insana. Sözü dinleyen olmazsa söylemek de beyhude… Bunu bilir evin adamı, iki kelamın aslında bahsi geçen “iki”den daha muteber ve daha kıymetli olduğunu bilir. Adam gönlüne döndü, hüzne ve acıya dair, sükûnet ve aşka dair çok şey buldu orada. Çayın demi gelip oturdu karşısına.

Herkesle iki laf edemezsin. Arada bir sebep bir mesele yokken konuşmak istemez insanlar. Sohbet edebileceğin kişi muhabbetini arzu eden kişi olmalı değil midir? Hiçbir sebep yokken, öylesine sadece muhabbetini arayıp özlediği için kaç kişi gelir masana, bir dönüp baksan!

Sohbetin kıvamını çayın deminde bulan iki insan susarken de sohbet edebilirler. Aynı yöne aynı hisle bakanlar, anlaşabilmenin lezzetine varmışlardır belki de. Her konuşan anlaşamıyor işte ve hatta konuşanlar tutuşuyor kavgaya. Sözün ne demek istediğini kurcalamadan karşısındakini anlayan adam, şimdi iki laf edecek birini aramakta haklı değil mi?

Adam, tüm bunları inceden inceye düşünürken, yağmurun bıraktığı serinlik, odayı dolduran güneş ışığı, çayın demi, toprağın kokusu koyultmuştu sohbeti çoktan. Adam, pencereden dışarıya baktı, tedirgin yürüyen bir kedi yavrusu, paltosuna sarılmış bir ihtiyar, birbirinin elini tutmuş iki yâr… Köşeden Paşam çıktı, pencerede adam, Paşam elini kaldırdı, adam selamını aldı. Göz göze geldiler, adam tebessüm etti, Paşam götürdü elini göğsüne, “eyvallah” dedi. Bu üç beş adım ne çok lafa bedeldi.

Adam kanepenin üzerinde, döndü çayın demine. Gülümser bir yüzle, seslendi içeriye, “Sultanım, hele gel, otur şöyle, iki laf edelim.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi