Hafız İsmail (52)
Patis Kazım’ın oğlu Mustafa’yı kolluk kuvveti gibi evinden alıp mektebe götüren hafız İsmail, biraz ileri gittiğinin farkındaydı. Yaptığı şey okutmak için olsa bile, zorla güzellik olur muydu? Patis Kazım ile oğlunun düştüğü duruma sebep olduğu için bir türlü kendini affedemiyordu. Pişmanlığı huzuruna kast etmiş olacak ki geceleri uyku uyuyamaz oldu. İmdadına yetişen dualar onu rahatlatıyor, ancak uykuya dalmasıyla uyanması bir oluyordu. Yatağından kalkıp dakikalarca oturuyor; “Bu halin ne böyle. Bir derdin mi var?” Diyen karısına cevap vermekte zorlanıp, tekrar başını yastığa gömüyordu. Geceler bir türlü bitmek bilmiyordu. Zaman zifiri karanlığa bürünüp, ona “dur!” diyor, geçit vermiyordu. Önüne barikat kuran sadece gece değildi elbette. Patis Kazım’ın kızgın bakışları, oğlu Mustafa’nın utancından başını öne eğip yerle yeksan olması gözünün önünden gitmiyordu. Gecenin bir vakti aklında deli fikirler belirmeye başladı. Sabah bir olsundu. Muhtar Recep ağaya gidecek ve ona; ben artık mektep okutmayacağım, başınızın çaresine bakın! Diyecekti. İtiraz ederse, daha ileriye gidip; ben bu köyden ayrılmaya karar verdim deyip kestirip atacaktı. Ya muhtar Recep ağa kendisine; “tamam hafız, sen bilirsin.”Derse ne olacaktı. Bunu göze alabilir miyim diye sordu kendi kendine. Bu soruya cevap vermekte zorlandığını fark etti. En iyisi patis Kazım’dan özür dilemek diye düşündü. Yorganı başına çekerek son kez gözlerini yumdu. Gece onun bu haline acımış olmalıydı. Barikatını kaldırmış, uykusuna set çekmekten vazgeçmişti. Şimdi o siyah yeleli atın sırtındaydı. Bilinci kaybolmuş, algısı kapanmış ve uyku denen meçhulün büyüsüne kapılmıştı.
Sabah mektebe vardığında talebelerini eksiksiz olarak karşısında buldu. Buna rağmen gözleri patis Kazım’ın oğlu Mustafa’yı aradı. Onu görünce içini sonsuz bir sevinç kapladı. Latif bir sesle Mustafa’yı yanına çağırarak rahlenin başına oturttu. Önce Kur’an okuyanları, daha sonra cüz okuyacak olanları okutacak, kalan zamanda da din bilgisi dersi verecekti. Mustafa’yı okuttuğu esna da, muhtar Recep ağanın kapıdan girdiğini gördü. Dersi kesmeden sağ kolunu buyur dercesine sallayarak onu yanına davet etti. Ders bitince yüzünde beliren kocaman bir gülümsemeyle muhtar Recep ağa’ya hoş geldin dedi. Recep ağa her zamanki gibi hafız İsmail’in boynuna sarılarak yanaklarından öptü. Başındaki kasketi çıkartarak sıranın üzerine fırlattı. Bir müddet nefeslendikten sonra müsaade istedi. Mektepten ayrılırken; “kendini özletme hafız, gel de hasbıhal edelim.” Diye söylendi.
İkindi namazında patis Kazım da vardı. Camiden çıkarken sağa sola bakındı. Onun etrafta olmadığını gördü. Cemaatle ayaküstü konuşarak hal hatır sordu. Daha sonra oradan uzaklaştı. Muhtar Recep ağanın yanına giderken karışık duygular içindeydi. Acaba Recep ağa onunla ne konuşacaktı? Recep ağa’nın odasına yaklaştıkça heyecandan tüm azalarının titrediğini hissetti. Bir an durdu, düşündü. Yoksa oraya gitmemeli miydi? Kendini toplayıp adımlarını sıklaştırdı. Nihayet gelmişti. Odanın kapısını çaktı. İçeriden; “gel” Diyen sese kulak kabarttı bu ses Recep ağanın sesiydi. Onu ayakta karşılayan Recep ağa; “buyur otur hafız, hoş geldin” dedi. Söze ona teşekkür ederek başladı. Ardından da; “patis Kazım’ın Mustafa’yı evinden alıp mektebe götürmen hepimizin ümidini artırdı. Bu çocukları ancak sen okutursun. Hepimiz arkandayız ve sana duacıyız.” Diyerek sözlerini sürdürdü. (devam edecek)
Kalın sağlıcakla.