Hafız İsmail (31)
Hiç gitmeyecekmiş gibi köye yerleşen kış, ısınan havaya daha fazla dayanamamış ve yerini bahar mevsimine bırakmıştı. Kar yığınlarının dam boylarına eriştiği, çelenlerde uzunluğu birkaç metre olan buz sarkıtları ile her yeri buz tabakasının kapladığı zahmet ayı nihayet sona ermiş, yerine adı dillerden düşmeyen rahmet mevsimi gelmişti. Bahar; yenilenme, uyanış ve bereket zamanı demekti. Ancak kış mevsimi yerini bahara bırakmış olsa da yürekler hala buruktu. Her şey bir tarafa Yunus’un talihsiz ölümü unutulur gibi değildi. Muhtar Ömer Ali ağa, Hacı Mehmet, Yörük İbrahim ve ipek Seyit ile bazı köylüler Yunus’un acısını biraz olsun hafifletmek için babası çolak Mevlit’in evinden çıkmıyordu. Ölü damı da denilen bu yerde komşu ve akrabaların pişirip getirdiği yemekler birlikte yeniyor, gece geç saatlere kadar oturuluyordu. İlerleyen yaşına rağmen çolak Mevlit’i yalnız bırakmayanlardan biri de köyün bilge kişisi namı değer “Büyük Hoca” İdi. Bir defasında çolak Mevlit’in derinlere dalıp gittiğini görmüş, ona sabrı tavsiye ederek, “Zaman her şeyin ilacıdır. Hiçbir yara yoktur ki kabuk bağlamasın. Senin yaranda kabuk bağlayacak elbette. Sabret! Sakın isyankâr olma!” Demişti. Gerçekten öyleydi. Üzülmek, dövünmek ve ağlamak bir yere kadardı. Ne yapsanız giden geri gelmeyecek ve hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hayatın olağan akışında nasıl doğmak varsa ölmekte vardı ve olacaktı. “Büyük hoca”nın söyledikleri çolak Mevlit’in aklında yer etmişti. Bir gece Zeynep’in rüyasına giren oğlu yunus ona; “Ana ne olur üzülme. Ben burada iyiyim.” Demişti. Gecenin bir vakti kocası Mevlit’i uyandıran Zeynep, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini açarak ona; “Ana üzülme, ben burada iyiyim.” Dedi demiş ve rüyasını anlatmıştı. Bu rüyadan sonra karı koca bir birlerine söz vermişlerdi. Artık acılarını yüreklerine gömüp hayata tutunacaklar ve bunun için ne gerekiyorsa yapacaklardı.
Hacı Mehmet başına diktiği pekmez maşrapasını küpün üstüne koyup, “Elhamdülillah!” Diyerek ambar kapısına doğru yürüdü. Ambar girişinin yanı başındaki ocakta yemek pişirmekte olan karısının yanına bağdaş kurup oturdu. Onunla biraz sohbet etti. Karısının ayağındaki yün çorapları görünce ona; “Mestlerini niye giymedin hatun?” Diye sordu. Karısı Sedef kaçamak cevap verip, olanları anlatmak istemedi. Bu durum hacı Mehmet’in dikkatinden kaçmamıştı. İçinden; bu işte bir tuhaflık var! Diye geçirdi.
Havalar soğumaya başladığında ambardaki iki çuval buğdayı at arabasına yükleyen hacı Mehmet ile oğlu hafız İsmail, çuvalları koruluğun ardındaki yola çıkardı. Hacı Mehmet yoldan geçen bir kamyonu durdurarak kamyoncuyla çetin bir pazarlığa tutuştu. Sonunda üç lira yirmi beş kuruşa anlaşmışlardı. Niyeti şehirde bulunan buğday pazarına gidip buğdayları satmak ve onun parasına da karıdı Sedef’e bir çift mest lastik almaktı. Uzun bir yolculuktan sonra öğle saatlerinde şehre varan hacı Mehmet, iki çuval buğdayı on iki lira on kuruşa sattı. Bunun dokuz buçuk lirasına bir çift mest lastik aldı. Köyde az sayıda insanın giydiği mest lastiği karısının çoktan hak ettiğini düşünüyordu. Ayak ölçüsü uysa kendi mestini çıkarıp ona verecekti ama uymuyordu. Aldığı mest lastiği eski bir gazeteye sardırdı. Heybesinin bir gözüne güzelce yerleştirdi. Köye gelinceye kadar gözlerini heybeden ayırmadı. Neme lazımdı. Belki de düşüverirdi. Dikkatli olmak gerekti. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız..