Güzel
Sanatçı arayan kişidir.
Bir sesi, bir rengi, ışığı, kelimeyi, cümleyi, bir duruşu, bir edayı arar. Son nefese kadar bitmeyen bir arayıştır bu. Bulup bulup tekrar …
Sanatçı bulduğu an; yani palette o rengi, piyanoda o sesi, kâğıtta o cümleyi, mermerde o kıvrımı, vizörde o kareyi; basar deklanşöre ve işte o zaman görevini yerine getirmiştir. Efsunlu bir buluştur elindeki.
Renk, ses, kelime, ışık, taş... Bunlar birer araç. Peki, asıl aran nedir? Kendini mi, Tanrı’yı mı, neden burada olduğu sorusunun cevabını mı, tanımlanamayan bir şeyi mi arar sanatçı?
Yoksa gözlerin önüne inmiş bir perdeyi mi kaldırmak asıl derdi?
Bunun ontolojik, teolojik, sufiyane ya da bilimsel birçok cevabı vardır muhakkak.
Ancak biliyoruz ki aradığını bulmuş ya da bulur gibi olmuş olan sanatçının bize bıraktığı eser; bizim gözümüzden bir perdeyi kaldırabilir, her zaman durduğumuz yerden bizi alıp başka bir noktaya götürebilir. Bizi geliştirebilir, değiştirebilir, derinleştirebilir, yakınlaştırabilir.
Kalkan perdeden ya da vardığımız noktadan sonra daha önce görmediğimiz yeni şeyler görmeye başlar; baktığımız alanı, merhametimizi ve “O”nun asarına hayranlığımızı genişletebiliriz.
Neden hepimiz Yahya Kemal gibi söz söyleyemiyoruz, neden hepimiz Ara Güler gibi fotoğraf çekemiyoruz. Shakespeareler, Fuzuliler, Mozartlar, Dostoyevskiler, Hafızlar, Van Goghlar, Dede Efendiler… Gelirken özel bir vasıfla gelmişler. Misyonlarını tamamlamak için dünyadan nemalanmaktan vaz geçip, uyum sağlamak gibi bir meşguliyet de edinmeden, kendilerine deli denmesini, dışlanmayı, yoksulluğu göze alıp sanki bir yere doğru koşarcasına eserlerini bıraktılar ve gittiler…
Yaşarken kendisine deli denmemiş ya da garipsenmemiş büyük sanatçı nerdeyse yok. Yakından bir örnek: Şimdi eserlerini yere göğe koyamadığımız Ahmet Hamdi Tanpınar yaşadığı dönemde çok az kişi tarafından ciddiye alınmış, çevresinde “Kırtıpil Hamdi” lakabıyla anılmış. Bugün ise Türkiye’de hakkında en çok yayın yapılan, adı en çok anılan yazar muhtemelen o.
Tanpınar da Münir Nurettin de Burhan Doğançay da Osman Hamdi de aradıklarının kapsamını belki tarif edemediler. Ama onlar ellerindeki araçlarla “güzelin” peşine düştüler.
Güzeli ayırt ettiler, onu tutup ortaya çıkardılar.
Çirkinleri öyle bir araya getirdiler ki onu güzel eylediler.
Güzeli güzel söylediler; güzeli dertlendiler, dertlerini güzel eylediler.
Şimdi biz bunca güzelliği görmezden mi gelelim?