Göğe Bakalım
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Turgut UYAR
Sabah uyandığımızda -çoğunlukla- güneşe, buluta, kuş seslerine ve sabahın serinliğine değil; telefona, tablete, televizyona açıyoruz gözlerimizi. Telefonun alarmı ile uyandıktan kısa bir süre sonra mesajları ve haberleri kontrol ediyoruz. Gece yatmadan önce Facebook, Twitter, Instagram’da paylaşımımız varsa sabah beğenileri, paylaşımları, yorumları gözden geçirmek ilk işlerimizden oluyor. Kahvaltıyı televizyonun karşısında ya da radyonun eşliğinde yapıp yine telefon alarmı ile ilacımızı içtikten sonra bineceğimiz otobüsün geliş saatine telefonumuzdan bakıp evden ona göre çıkıyoruz.
Duraktaki ekran da otobüsün yerini bize haber veriyor zaten. Süper. Otobüste yine telefonumuz ve biz varız. Eh biraz da başkaları var sanki. Onların da telefonları var tabii. Durakları haber veren dijital kadın sesi de var bu arada. Şu kadının sesi arada bir değişse diyoruz. Daha şefkatli ve müsekkin bir tonda konuşsa mesela. Müsekkin? Hemen Google anaya soruyoruz: teskin edici, sakinleştirici diyor. İyi, o zaman. Her şeyi bilebildiğimizi görüyor ve kadının müşfik sesine gerek kalmadan sakinleşiyoruz. Müşfik? Hemen Google anaya…
Metroysa ulaşım aracımız, durum biraz daha dijital zaten. Arabamızla işe gideceksek neler mi oluyor? Yeni bir arabaysa bu, uzaktan kumandayla açtığımız arabanın içinde bizi çeşit çeşit ses ve görüntülerle yeni bir âlem bekliyor. Kapı açık, kemer, hız limiti gibi dıt dıt, bip bip susmayan ve navigasyondaki laftan anlamaz ruhsuz sesler iliklerimize işliyor. Trafikte bizi saniyelerle yarıştıran ışıklar, hız sınırı göstergeleri ve elimizdeki kartın bir türlü yetişmediği otopark giriş okutucusunda derin bir nefes alıp devam etme gücümüzü toparlamazsak park sensörlerine tahammül edemeyebiliriz. Burundan derin bir nefes şart.
İş yerimize turnikenin geçişimizi onaylayan sesi ile kabul edildikten sonra kafamızı kaldırıp yukarıdaki dijital saatten kaçta giriş yaptığımızı kontrol edip asansörün üstündeki dijital göstergeye diktik gözlerimizi. Vee ekranda “0” yazdı. Do notası ile kapı açıldı, bindik; makine olmadığınızı hatırlatan dost selamlaşmalar, yine do notası ile kapı açıldı indik. Odamızdaki bilgisayarımızın karşısına oturduk. Klimanın uzaktan kumandası bir yanda, internete bağlı ekranı olan analog bir telefon diğer yanda, hemen çıkarıp oracığa iliştirdiğimiz cep telefonumuz onun yanında; yazıcıyı, tarayıcıyı saymaya gerek var mı? Posta kutumuzu kontrolden sonra banka işlemlerimizi sıra beklemeden halledip işe koyulduğumuzda, kapıdan giren hamile arkadaşımızın bebeğinin o gün kulağının oluştuğunu öğreniverdiğimizde hiç de şaşırmayız. Çünkü biliriz ki mobil gebe uygulaması, oluşmakta olan kulaktan da doksan üç gün sonra doğacak bebekten de ilgili herkesi haberdar etmektedir. O sırada ekranın sol ucunda beliren mesaj; pizzacıdaki indirimden, ilkokul arkadaşımızın doğum gününden ve Silopi’deki şehitten bizi peş peşe haberdar ettikten hemen sonra WhatsApp’tan dayımızın cuma mesajını görünce… dikkatimizi toplamaya niyet ettiğimizde… Onaylamamız gereken evrakı açıp da elektronik imzamızın yerinde takılı olmadığını görüp evdeki dizüstü bilgisayarda bizimle alay edercesine ucundaki zincirin sallanıp duruşunu tahayyül ediverince, işte tam o an…
Geçmiş olsun; olan olmuş, giden gitmiştir: Kuşlar, çiçekler, ikindi vakti çekirgenin sesi, yıldızlı gök, kurşun dökmeler, el öpmeler, kandilde irmik helvası, düğün okuntusu, mevlit şekeri külahının en üstündeki fıstıklı lokum, beş taşımız, yakan topumuz… Geçmiş olsun, göğe bakalım…