Farklılıklara Tahammül Eden Bir Nesil Yetiştirmenin Lüzûmu
İnsanımızı Allah ve Rasûlü’nün koyduğu geniş sınırlar içerisinde yetiştirmek esas olmalıdır. "Ete-kemiğe bürünmüş Kur’an" olan Hz. Peygamber’i (sav) günümüze taşıyıp O’nun uygulamaları ile eğitmek için bize çocuklarını teslim edenlere İslam’ı, taassuptan uzak bir şekilde ulaştırmak zorundayız. Rasûlullah (sav)’i günümüze taşırken de bütün olarak taşımak durumundayız. Kendi bulunduğumuz siyasî ya da cemaatsel duruşumuz, Rasûlüllah’ı bir yönüyle alıp öbür yönünü görmezlikten gelme konumuna düşürmemelidir.
Peygamberimizin 28 savaşa komuta eden bir "Kılıç Peygamberi" olduğuna vurgu yapıp, "Ben rahmet ve kılıç peygamberiyim" ve "Seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik" (Enbiya:107) talimatlarını göz ardı etmek, Rasûl’e en büyük iftiradır. Öyleyse O "Hem rahmet, hem de gerektiğinde kılıç peygamberidir". Rasûlullah’ın (s.a.v), savaşa izin verildiği on yıllık Medine döneminde fiilen savaştığı gün sayısı toplam 50 gündür. Evet, yanlış okumadınız toru-topu 50 gün… 23 yıllık peygamberlik hayatında sadece 50 gün fiilen savaşan bir peygamberi "savaş peygamberi" olarak lanse etmek ne kadar doğrudur? İslam'da aslolan BARIŞTIR. Savaş, ârızîdir. İstenmez ama başa gelince kanımızın son damlasına kadar savaşırız. Çünkü savaşta cepheden kaçmak büyük günahlardandır. Rasûlullah da " “Ey Müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allahtan âfiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır” (Buhari, Cihad 112; Müslim, Cihad 20) buyurmuşlardır. Yani Peygamberimiz "Rahmet" peygamberidir, savaş onun yedeğidir. Doktor hastasını iyileştirmek için her türlü ilacı kullanır. Haplarla veya antibiyotikle tedavi eder. Fakat hastalık bunlarla iyi olmaz da doktor operasyon yapmak zorunda kalırsa, ameliyat eder. İşte İslam da barış endeksli her çareye başvurur. Fakat karşı taraf anlamaz illa savaş derse ve Müslümanlar da savaş için hazır olur ve cepheler netleşirse, zaruri olarak savaşa başvurur. Aynen doktorun zorunlu olarak ameliyata başvurması gibi…
İşte Rasûlullah (sav)’i günümüze "olduğu gibi" taşımaktan kastımız budur. Kendi bakış açımızla hareket edip O’nu kendi istediğimiz gibi konuşturamayız. İnsanımıza eğitim sunarken Peygamberimizin toleranslı olduğu yerde, bizim sertleşmemizin; sertleştiği yerde de bizim toleranslı olmamızın bir anlamı yoktur. Bugün en büyük eğitimci Rasûlullah (sav)’dir. Bedevî bir toplumu medenî hale getirişi, bunun delilidir. Öyleyse bizler de muhatabımızı eğitirken ona şu vasfı kazandırmalıyız:
İnsanlar bir fabrikanın standart ürünleri gibi değildir. Birbirlerinin çoğaltılmış fotokopileri hiç değildir. Bunun için her insandan, aynı inanç ve düşüncede olması ve aynı hareketleri yapması beklenemez. Hakkında muhkem ayet ve hadis olmayan konular ictihada açıktır, ictihada açık olanlar da ihtilafa açıktır. Âlimlerimizin ihtilafı da bize rahmettir. Müslümanların bütünlüğünü parçalamayan, kin, düşmanlık ve hasetten uzak olan farklı düşünceler de rahmettir ve servettir.
Eğer Allah dileseydi, dinin tamamını tek bir görüntüde, ihtilaf taşımayan, ictihada ihtiyaç duymayan ve kendisinden zerre miktarı sapıldığında derhal küfre düşülen bir kalıp ve modelde de gönderebilirdi. Eğer yine Allahu Teâlâ bütün Müslümanların her şeyde ittifak etmelerini ve herhangi tâlî bir meselede veya temel olmayan aslî bir meselede dahi olsa ihtilaf etmemelerini dilemiş olsaydı kitabını, hakkında anlayışların farklılaşmadığı, yorum ve tefsirlerin artmadığı, delâleti katî olan muhkem nasslar halinde indirirdi. Fakat O, dinin tabiatının; dilin yapısı ve insanın karakteri ile ittifak halinde olmasını ve durumu kullarına geniş kılmayı dilediği için bu şekilde yapmadı. (Bkz: Yusuf el-Karadâvî, İhtilaflar Karşısında İslâmî Tavır, Trc. Osman Taha, s. 89 vd.)
İşte eğitilmek için bize teslim edilen insanımıza yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve seçik olan/muhkem nasslarla ortaya konan konularda ittifak edip, Yüce Allah’ın tolere ettiği/hakkında kesin hüküm koymayıp İslam’ın genel ilkeleri doğrultusunda hareket ederek sonuca varmalarını Müslüman akıllara havale ettiği konularda da anlayışlı olmayı ve farklı görüşlere tahammül etmeyi kazandırmalıyız. Kendi seçtiği ictihâdî görüşlerde "mutlak doğru bunlardır" diye ısrarcı olmamayı, "Bunlar benim, hataya ihtimali olan doğrularımdır. Bana göre diğer kardeşlerimin aynı konudaki farklı görüşleri de doğruya ihtimali olan yanlışlardır" diyebilme anlayış ve erdemini gösterebilecek kabiliyetler olarak yetiştirmeliyiz. Yani kaynakla, kaynaktaki nassları yorumlayan âlimler aynı kefeye konulmamalı; fakih, nass yerine konuşlandırılmamalıdır.
İslam’ın değişmez itikâdî ve ibâdî konularını öğrettikten sonra, özellikle değişime açık olan siyasî, ekonomik ve muamelâtla ilgili alanlarda esnek, anlayışlı ve farklı ictihatlara tahammüllü nesiller yetiştiremezseniz, belli ictihatlar etrafında öbekleşerek kemikleşen gruplar arasında fikrî çatışmalar ve burûdetler/soğukluklar meydana gelmesine sebep olursunuz. Tarih buna şahittir. Belli ictihatlar etrafında oluşan mezhebi görüşlerin muhkem nassmış gibi algılanarak başka ictihatlar etrafında halkalanan gruplara karşı mezhep taassubundan doğan sertleşmeler ve kavgalar olmuştur. Bugün de bazı hoca efendilerin etrafında izâfî doğrular tespit edip belli ictihatlar etrafında öbekleşen insanlarımız, değişime açık ictihâdî izafi doğrulara ters fikirler serdedildiğinde "İslam Kardeşliği"ni zedeleyici tavırlar içine girmekte, bir takım ithamlar ve bir yerlere angaje etmeler başlamaktadır. Karalama ve yıpratma yoluna gidilmektedir.
İşte, dar kulvarda hareket etmeyecek ve taassuba meydan vermeyecek şekilde, "her Müslümana yetecek kadar kalpleri sevgi dolu" yeni bir nesil yetiştirecek içerikte programlarla insanımızı tahammüllü ve anlayışlı yetiştirmeliyiz. Aynı zamanda bu programlarla topluma, ideolojik düşünen değil, İslam elastikiyeti ile hareket eden, kucaklayıcı nesiller kazandırmalıyız. Yoksa hep renk tonlarını tartışan, kargadan başka kuş ve siyah ile beyazdan başka da renk tanımayan renk körleri yetiştirmiş oluruz.