DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI
Düşünce özgürlüğü konusundaki tavrımız son derece net olmalı: Kişinin kendini ilgilendiren temel tercihler ve talepler noktasında kendi kararını vermesi gerekir, başkalarını ve toplumu ilgilendiren meselelerde ise muayyen sınırlar olmalıdır.
Bu hem modern hukuk sistemi açısından böyle hem de inanç değerlerimiz açısından. İnsanlığın değer verdiği tüm ilke ve yaklaşımlar bu kategoride değerlendirilir.
Kişi istemiyorsa inanmaz; inanmaya ve inancının gereklerini yerine getirmeye zorlanamaz. İnanlara da kimse karışamaz. İslam dini meseleye böyle bakar. Hem pozitif hem de negatif özgürlükler açısından mesele bundan ibarettir.
Kişi inanmak istiyorsa inanabilir ve gereklerini yerine getirebilir. Buna literatürde pozitif özgürlük diyoruz. İnanmak istemiyorsa da inanmaz. Ki buna da negatif özgürlük diyoruz.
İnsanların inanmama özgürlükleri, inanma özgürlüğü gibi güvence altına alınmıştır. Kimseyi zorla inandıramazsınız.
Mesele bir kısım akademisyenin terörü ve terör örgütünü öven açıklamaya imza atmasıyla gündeme geldi. Farklı üniversitelerde görev yapan bazı zevat devletin şiddet kullandığından dem vurarak, toplumsal düzeni ve yapıyı doğrudan tehdit eden bir bildiri kaleme aldılar.
Son söyleyeceğimizi ilk önce söyleyelim: Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde terörü ve şiddeti öven kişileri üniversite kapısından içeri sokmazlar. Düşünce özgürlüğüne evet, ama şiddet özgürlüğüne ve şiddeti övmeye hayır.
Cumhuriyet savcılarının hala neyi beklediğini sormak lazım? Ceza Kanunumuz şiddeti ve terörü övmenin belli cezaları gerektirdiğini ifade eder.
Bu, resmen ve alenen şiddet övgüsü. Masum insanların canına, malına, ırzına, namusuna kasteden teröristleri savunan bir bildiri akademik bir metin olmadığı gibi insani bir metin de olamaz.
Kişilerle uğraşmam. Lakin bunun aynen 1 Kasım öncesinde olduğu gibi ‘paralel – bölücü ele ele’ mevzusu olduğuna inanıyorum. Varın bakın, araştırın bildirinin arkasından ‘paralel’ çıkmazsa gelin konuşalım.
Bu şahısların görev yaptıkları kurumların, ideolojilerinin ve temayüllerinin iyi analiz edilmesi gerektiğinin altını çizmemiz gerekiyor.
Oluşturmak istedikleri aynen Gezi olaylarında, 17 – 25 Aralık ihanet girişiminde olduğu gibi, hak ve hukukun ihlal edilip, yolsuzluğun son safhasına ulaştığı algısı oluşturarak toplumu ve temsil ettiği değerleri berhava etmek.
Millet buna prim vermez. Ama verecek kesimler mutlaka bulunur. Başta uluslararası medya baronları geliyor. Alacaklar, akademisyenlere karşı bir linç kampanyası yürütüldüğünden bahisle, Türkiye’de düşünce özgürlüğü yok, diyecekler.
Kendimizi uluslararası topluma çok iyi bir şekilde anlatmamız gerekiyor.
Bundan 15-20 gün önce Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’de dört gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İnsanların seyahat özgürlükleri başta olmak üzere düşünce ve kanaat açıklama hürriyetleri göz ardı edildi.
Peki, bir şey oldu mu? Birileri düşünce özgürlüğü diyerek ortalığı karıştırdı mı?
O zaman sözde akademisyenler tarafından imzalanan metni de aynı kategoride değerlendirmek gerekiyor.
Buna destek verecek olanlara, geçtiğimiz gün Sultanahmet meydanında hayatını kaybeden Alman turistleri hatırlatmak gerekir. Bu bir terör eylemi. Devletin, milletin dahli bulunmuyor.
Terörü ve şiddeti övenler bunu da övmüş oluyorlar.
İmzacıları tek tek değerlendirmek, arka planlarını, etnisitelerini, bağlantılarını, kimlerden destek aldıklarını çok iyi bir şekilde analiz etmemiz gerekiyor.
Bu şahısların neseplerinde, bağlantılarında, dinlerinde, mensubiyetlerinde bir takım yanlışlar çıkarsa şaşmamak lazım. İmza attıktan sonra ‘dönenleri’ de aynı kategoride değerlendirmek gerekiyor.
Sonuçta kendilerine dönme olarak isimlendirilen gruptan ne farkları var?
Terör ve bildiri meselesi gene turnusol kâğıdı işlevi gördü.