Davet Sorumluluğu, İhmal Kabul Etmez
İnsanlar, tabiatları gereği her zaman irşada, öğüt ve nasihate muhtaçtır. (Bak:51Zâriyât:55; 87A’la:9-10). Dün nasıl insanlık, Peygamberlere muhtaç idiyse, bugün de Peygamber varisleri âlimlere ve davetçilere muhtaçtır.
Ferdin sadece kendini ıslah etmesi ve nefsiyle meşgul olması yeterli değildir. Kişi aynı zamanda toplumun ıslahı ile de sorumludur. Çünkü fert, toplumun etkisindedir. Bu etkiyi göz önünde bulundurarak insan, içinde yaşadığı toplumun inançları doğrultusunda yaşamaya gayret gösterecektir. Diğer taraftan Müslümanın yaşadığı toplum, İslamî bir toplum olmadıkça, Mü’minin İslamî kurallara uymasını kolaylaştıracak bir yapı bulunmadıkça tam anlamıyla Müslümanca yaşamak mümkün olamayacaktır. Bu konuda Yüce Allah, şöyle buyurur: “O Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.” (22Hac:41).
Demek ki, ayette adı geçen görevlerin, hakkıyla yerine getirilmesi için Müslümanların iktidar olmaları ve kötülüğe giden yolları kapatmaları, erdemlerle yoğrulmuş bir toplum oluşturmaları gerekmektedir. Öyleyse İslamî olmayan bir toplumda, bütün Müslümanların İslam'ı “tam” yaşaması beklenemez. Bundan dolayı kişi, İslam'a davetle sorumludur. İslam'a çağrıda süreklilik esastır. İnsanların tavır koyma ve tepki göstermesinden yılıp ümitsizliğe düşmek ve çağrıdan vazgeçmek yoktur. Her ahval ve şerâitte dahi vazifemiz, yılgınlığa düşmeden, usulüne uygun olarak, Müslümanları değerlerine sahip çıkmaya, diğer insanları da İslam’a çağırmaktır. Allah'ın nizamına çağrıdan dönenlerin vahim sonucunu Kur'an-ı Kerim bize haber vermektedir:
Yüce Allah, A’raf suresinin 163-166. ayetlerinde, sorumluluklarının bilincinde olanlarla, nemelazımcıların durumunu ve sonlarını -ibret için- gözler önüne seriyor. Şöyle ki: Allah-u Teâlâ, Hz. Musa’nın Şeriatında Cumartesini ibadet günü olarak kabul edip her türlü dünyevî iş yapmayı haram kılmıştır. Cumartesi yasağını ihlal etmenin cezası ölümdür. Tevrat’ta bu konu şöyle ifade edilir: “Altı gün iş yapılabilir. Fakat yedinci gün Rabbe mahsustur ve Sebt/Cumartesi günüdür. Kim Sebt günü iş yaparsa, mutlaka öldürülecektir.” (Hurûc/Çıkış 31:12-17).
Fakat İsrail oğulları, dinî ve ahlâkî yönden bozulunca bu yasağı açıkça ihlal etmeye ve Cumartesi günü iş yapmaya başladılar. Diğer günleri gelmeyip Cumartesi günleri akın akın kıyıya gelen balıkları avlamaya başladılar. Cuma günü akşamdan, balıkların denize tekrar dönmesini engelleyecek sekmeler ve hendekler kazıp onların cumartesi günü bu sekme ve hendek ağına düşerek beklemelerini sağlıyorlar, pazar sabahı da topluyorlardı. Güya böylece Cumartesi günü iş yapmamış oluyorlardı. Hâlbuki bu, hukuk dilindeki ifadesiyle “kanuna karşı hile” idi. Bu davranışın, yasağı ihlal olduğunu, o günün duyarlı Müslümanları hatırlatıyordu. Bu yasağa karşı toplum üçe ayrılmıştı:
1- Yasağı ihlal edenler.
2- İhlal edenleri uyaranlar.
3- Uyaranlara “Allah’ın helak edeceği ve şiddetli azaba uğratacağı bu insanları ne uyarıp duruyorsunuz” diyen pasif Müslümanlar. Bunlar yasağı ihlal etmiyorlardı ama ihlal edenlere de sessiz kalıyor, görmezden geliyorlardı. Kötülük işleyenlere tavır almadıkları gibi, tavır alıp uyaranları da kınıyorlardı.
Bu tabloda, sorumluluk bilincinde olan o günün Müslümanlarının, yani Cumartesi yasağını ihlal edenleri uyaranların gerekçeleri, bizi yakından ilgilendirmektedir: “Hani onlardan bir cemaat ‘Allah’ın helak edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir gürûha ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. Öğüt verenler de dediler ki: ‘Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun. Bir de belki sakınırlar diye öğüt veriyoruz.” (7A’raf:164).
Ne demek “Rabbimize karşı mazeretimiz olsun. Belki sakınırlar?”
Şu demek: Yarın Kıyamet günü Rabbimiz bizi onlarla yüzleştirirken, onlar “Yâ Rabbî, bu kulların bizi yüz kere uyardılar, biz de aldırış etmedik. Sonra da onlar usanıp vazgeçtiler. Yüz birinci, yüz ikinci, yüz üçüncü… defa gelselerdi belki kafamız dank eder, pişman olup vazgeçebilirdik” diyecek olurlarsa “Hayır Yâ Rabbî, biz her gördüğümüzde gerekenleri söyledik. Allah’ın kanunlarına karşı hile yaparak yasağı çiğnediklerini belirttik ama onlar bildiklerini okudular” diyebileceğimiz bir mazeretimiz olsun. Hem de “Kimin ne zaman ve nasıl etkileneceği belli olmaz. Birinde olmazsa öbüründe belki etkilenir de yanlıştan dönerler” diye ümidimizi de hep canlı tutarak bu uyarıyı sürdürdük.
Ayetler, uyarı görevini yapan sorumlu Müslümanların kurtulduğunu, diğerlerinin şiddetli azaba çarptırıldığını, yasağı ihlal edenlerin zelil maymunlara dönüştürüldüğünü ifade etmektedir. Dikkat edilecek olursa uyarmadıkları gibi, tabir caizse “Peygamber misiniz de ümmet kurtaracaksınız? Allah zaten belalarını vermiş. Nenize gerek onlara muhatap olmak. Siz yasağa uyun, Cumartesi günleri balık avlamayın tamam. Gerisi sizi ne ilgilendirir, keçi keçi bacağından, koyun da koyun bacağından asılacak” diyerek uyarıda bulunup öğüt verenleri alıkoymaya çalışan pasif/tatlısu Müslümanları da kurtulanlar listesinde zikredilmemiştir.
Demek ki bir Müslüman, sadece Allah’ın Şeriatına karşı gelmemek ve pasif kalmakla kurtulamaz. Aksine iyilikleri hâkim kılmak ve kötülükleri ortadan kaldırmak için bütün gücünü bizzat ortaya koymalıdır. “Ben emirleri yapıyorum, yasaklardan kaçıyorum. Bunları ihlal edenler de beni ilgilendirmez” diyen edilgen/pasif bir Müslüman, sorumluluktan kurtulamaz. “Onlara ne diye öğüt veriyorsunuz. O kanun tanımazlara herhangi bir nasihatte bulunmanın hiçbir yararı yoktur” diyen o günün nemelazımcı Müslümanları da Cumartesi yasağını ihlal edenlerle beraber helak olmuşlardır. Sadece dini, bireysel hayatında yaşayanlar, toplumsal sorumluluktan kurtulmuş olsalardı, bu gurubun helak olmaması gerekirdi. Zira toplumsal suçlarla ilgili Allah’ın sünneti/uygulaması budur. “Öyle bir fitneden sakının ki, o, aranızda yalnızca haksızlık edenlere ulaşmakla kalmaz” (8Enfal:25) ayeti bu gerçeği ortaya koyuyor. Bu ayetin açıklanması mahiyetinde Rasûlullah (sav) şöyle buyuruyor:
“Yapabilme ve engel olabilme durumunda olmalarına rağmen, gözleri önünde açıkça işlenen günahlara göz yumdukları ve bunlara hiçbir hoşnutsuzluk tepkisi göstermedikleri sürece, günahkârların günahı yüzünden Allah bütün bir toplumu cezalandırır. İnsan topluluğu böyle bir duruma düştüğü zaman Allah, suçlularla beraber bunlara göz yumarak müsamaha gösterenleri de aynı muameleye tâbi tutar.” (Hanbel, Müsned, IV/192; Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, II/108).
Müşrik düzenlerin laik/seküler eğitim süzgecinden geçip amel ve iman bakımından birtakım sapmalara düşen insanımızın yanlışını, bir-iki sohbette düzelteceğimize inanmak, safdillik olur. Hidayet nasip etmek Allah'a aittir. Fakat yılların tortularını bir çırpıda, birkaç diyalogla yok etmek, eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir. Onun için davet ihmal kabul etmez, süreklilik esastır.
Müslümanlar, çevrelerinde olup bitenlere duyarsız kalamazlar. Güçleri nispetinde “şerre fren, hayra motor olmak” zorundadırlar. “Aman canım sen de aldırma diyemem, aldırırım” bilinciyle kötülüklere engel olmada ve “hakkı tutup kaldırmada” üzerlerine düşeni yapmak durumundadırlar. “Sanki ben söyleyince vaz mı geçecek? Yine bildiği doğrultuda hareket edecek. Ne diye müdahil olup ağrımaz başımı ağrıya sokayım. Ne bildiği varsa yapsın. Ben kendimden sorumluyum” deme hakkı yoktur. Biz neticeden sorumlu değiliz. Biz, bize düşeni yapmaktan sorumluyuz. Neticeyi yaratacak olan Yüce Allah’tır. Teemmül oluna!!!