Cumhuriyet
“Cumhuriyet” bir sistemdir. Ekseriyet esasına dayanır. “Cumhur” ekseriyet demektir.
Ekseriyet +ekalliyet=Cemiyet’tir.
Yani bir toplumda çoğunluk (ekseriyet) ile ekalliyet (azınlık) halkı oluşturur.
Cumhuriyet sistemi böyle bir sistemdir.
Yakın tarihimizde “Cumhuriyet” tartışmaları Jöntürkler tarafından Birinci meşrutiyet öncesinde gündeme gelmeye başlamıştır. Yakın tarihimizde en münasebetsiz topluluklardan birisi bu oluşumdur. Neyi, ne zaman ve nasıl gündeme getireceğini bilmeyen “örgütlerden” birisidir Jöntürkler.
Sistemler toplumların yapısına göre farklılık arz edebilir.
Sistem, elbiseye benzer. Vücudun yapısına uygun olursa yakışır. Elbise dar gelmemeli ve fazla geniş de olmamalıdır.
Osmanlı devletinde, Jöntürkler tarafından gündeme getirilen Cumhuriyet tartışmaları yerinde değildi. Nitekim zamanı çok iyi okuyan ve dünyanın takdir ettiği siyasi deha, Sultan Abdülhamid, Jöntürkler de ve onların takipçileri olan İttihatçılarla aynı fikirde olmaması bu sebeptendir.
İttihatçıların hatalı siyaseti neticesinde girilen cihan harbinden sonra Anadolu merkezli bir mekânda Cumhuriyet sistemi uygun olabilirdi. Bu, hem zemin hem de demografik yapı bakımından müsaitti. Mutlaka olması gereken bir sistem miydi Cumhuriyet? Olmasa da Türk devleti yaşardı. Binlerce yıldır yaşayan Türk devleti, yine yaşamaya devam ederdi.
Türk milletinin Cumhuriyette asla doku ihtilafı olmamıştır.
Haziran 1919’da Amasya Tamimi olarak bilinen metinle “milletin kararı yine millet tarafından verilecek” ifadesiyle “Cumhuriyet” ifadesi zimnî olarak seslendirilmiştir. Veya daha sonra böyle yorumlanmıştır. Aslında bu metinde, o günün şartlarında Cumhuriyet iması değil de Wilson prensiplerini atıf vardır. Zaten M. Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilmesi, orada mitingler yapmak ve görüşülmekte olan (Paris’teki barış görüşmeleri) barış müzakerelerine halkın temayülünü aksettirmek içindir.
Seçimler zaten 1877’den beri yapılıyordu. M. Kemal Paşa Anadolu’ya gönderildikten sonra tekrar seçimlerin yapılması gündeme geldi. Bu arada yeni bir husus da gündeme getirildi. Bu husus, seçimlerden sonra meclisin nerede toplanacağı hususuydu.
M. Kemal Paşa meclisin İstanbul’da değil, başka bir yerde toplanması gerektiğini müdafaa ediyordu. Mondros Mütarekesi ve bu metnin ağır şartları sebebiyle İstanbul’da irade-i milliyenin tahakkuk etmeyeceği, esbab-ı mucibe (gerekçe) olarak söyleniyordu.
Sonuçta seçimler yapıldı, M. Kemal Paşa’nın savunduğu gibi değil ülkenin payitahtı olan İstanbul’da meclis açıldı.
Fiilen işgal altında olan İstanbul’da açılan mecliste (meclis-i mebusan) Milli Mücadele’nin esasları tespit edildi. Buna Misak-ı Milli diyoruz. Başka bir ifadeyle Ahd-ı Milli.
M. Kemal Paşa, Temmuz 1919’da Erzurum’da önce müfettişlik görevinden alında alındı daha sonra istifa etti. Daha sonra kendisini görevden alan (İstanbul) makamla irtibatı devam etti. Mesela 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışında Padişaha gönderilen hürmet yazısında, bağlılıklar ifade edildi. Zira görevden alan da (İstanbul), görevden alınan da (M. Kemal Paşa) biliyordu ki, şartlar bunu gerektiriyordu.
Milli Mücadele (Kurtuluş Savaşı değil) Misak-ı Milli prensibiyle yapıldı. Türk milleti, bu mücadeleyi zaferle taçlandırdı. Türk milletini temsilen Lozan’a gidenler, hissiyat bakımından Türk milletiyle aynı duyguları taşımadığından beklenen olmamıştır. Yani Lozan’da Misak-ı Milli’nin prensipleriyle alakalı milletimizin talepleri yerine tam olarak gelmemiştir. Hiç kimse “ ne yapalım şartlar böyle” mazeretine sığınmasın. Lozan’a muzaffer olan gidiliyorsa, orada Misak-i milli ile alakalı olarak hiç olmazsa “taleplerle” bulunmak gerekirdi. Bizim tenkidimiz vatan topraklarıyla alakalı taleplerde bile bulunulmamasıdır. Talepte bulunarak alamamak başka şeydir, hiç talepte bulunmadan verilen ile iktifa etmek başka şeydir
Zaferle gidilen Lozan’da masaya “muzaffer” olarak değil, verileni alan bir “gariban” mevkiinde bulunulmuştur. Bu, Türk milletini temsil etmek değildir ve olamaz.
Ağustos 1923’de genel seçimler yapıldı. Bu seçimlerde tek seçici M. Kemal Paşa olmuştur. Milletvekili adaylarını O seçmiş ve millet de “seçileni” tercih etmiştir .
1923’den 1950 yılına kadar olan dönem fiili başkanlık sistemidir. Hem tek parti dönemidir, hem de fiilî başkanlık sistemidir. Hiç kimse 1923-1938 arasındaki başbakanları hatırlamaz. Bu dönemde fiilî başkan M. Kemal Paşa’dır. 1938’den 1950’ye kadar olan dönemde fiili başkan İsmet Paşa’dır.
Mensubu olmakta bahtiyar olduğumuz İslam dini sistem dayatmaz. Prensipler koyar. Sistemleri insanlar tercih eder.
Türkler 10. Asırda İslam ile müşerref olduktan sonra tercih etmiş oldukları bütün sistemler muhteva ile alakalıdır.
İŞİN ÖZÜ ŞUDUR;
TEMEL İNSAN HAKLARINI TEMİN EDEN HER SİSTEM MİLLETİMİZİN TARİH BOYUNCA TERCİH ETTİĞİ YAPI OLMUŞTUR.
İçini iyi doldurmak kaydıyla Cumhuriyet sistemi de böyledir. Dünyada nice Cumhuriyetler vardır, sadece adı “cumhuriyettir”.
Türk milleti her devirde olduğu gibi, bugün de devleti ve milletiyle bir bütündür. İrade-i milliyenin tahakkuk ettiği bir sistem olan Cumhuriyeti en iyi şekilde yaşatmaya devam edecektir.