Bahar gider elinden tutamazsın
Eylüldü, serin bir akşam üstü. Yağmur çiselemişti, toprak kokuyordu. Susmuştum, yürümüştüm caddeler boyu. Zaman geçiyordu ve ben bir türlü tutamıyordum onu. Kimi kimsesi olmayan bir adamın haletiruhiyesi gelip bedenime mekân tutmuştu. Yine o kır kahvesi, önünde üç beş masa etrafı tahta iskemle döşeli. Seçimsiz ve umarsız bir hal benimkisi…
Masalar boş, mekân sessiz ve hatta terk edilmiş sanki. Buna rağmen en kuytu masayı bulup ilişiyorum sandalyenin birine. Tek çekim tespihimi, akik taşlı gümüş yüzüğümü, baba yadigârı dolma kalemimi masanın üzerine koydum, yanlarına bir veda havasını, bir Orhan şarkısını bir de çekip giden baharın acısını ekledim. Hepsinin toplamı bir ben etmedi, yüreğimi çıkarıp bıraktım masaya bu defa bir ben kalmadı.
Zihnimi sükunete davet ettim, bu kadar sözün ağırlığını emanetçiye verdim, baktım bahar gidiyor; kal diyorum dinlemiyor, götür beni de diyorum diretiyor. Tespihimi elime aldım bir çay söyledim, bekledim.
Sabitlemişken gözlerimi düşen o son yaprağa, karşımdaki iskemleyi biri çekti, buyur etmedim oysa, kimdi kimin nesiydi, hikayesi ne, bilmem nerenin yerlisi idi. Uzun kır saçları, kirli sakalı, cüsseli gövdesiyle bir garip adamdı işte. Yüzünde sabit ve donuk bir ifade, derin siyah gözleri, kesin kararlı idi benim masamda oturmaya. Ses etmedim, hayırlısı dedim “eyvallah” dedi. Sustum o da sustu, masaya iki bardak çay geldi, sual bile etmedim çaycıdan, neden iki çay getirdi.
Sessizliği kimin bozduğunu hatırlamıyorum, laf nasıl bahara geldi, ne ara korkularımızdan bahsedildi bilmiyorum. “Savaşçı ne zaman yenilir, bilir misin” dedi. “Savaşmaya mecbur muyum” dedim. “Yaşamak, savaşmak değil midir” dedi “Yaşamak, yaşatmak değil midir” dedim. “Peki, neden yaşatamadın” dedi, sustum. “Susabilmek, sükût etmek de yaşamak için savaşın bir parçasıdır” dedi.
“Hicran” dedim, “kader” dedi. “Neden durmuyor ve sürekli gidiyor herkes ve her şey” dedim. “Hangi yaşında ve hangi halinde durmak isterdin” dedi. Ne ben sualimden geri durdum ne o cevaplarından mutmain oldu.
Adamın sözlerini alıp istifledim masanın üstüne. Ömür dedi gelip geçiyor. Gençliğin gidiyor ihtiyarlığın peşine düşüp. Ah vah ediyorsun da dönüp aynı yolu yürüyemiyorsun bile. Anlam veremediğin sebepler çığ olup gelir, dur diyemezsin yola düşene. Gönül evin ihya olur, sofranda ağız tadı, aşına tuz, çayına şeker olur. Bir bahardır yaşanan, çiçekleri coşmuş, yağmurları bereket, güneşi can olmuştur. Velhasıl bahardır iklimin. Durdurmak istersin zamanı ne bahara kıyabilirsin ne o senden vazgeçebilir.
Ben neden susup kalmış ve adam niye bu kadar söz söylemişti. Elimle işaret ettim, sustu ve durdu. Çaylar tazelendi, söz kendine geldi. Bahar dedim, bahar durmuyor, bir son mudur yaklaşan, yoksa biz mi koşuyoruz o sona doğru?
Adama baktım o bana baktı, “Baharlar, zaten gitmek için gelirler” dedi. Dinlemeye mecalim kalmamıştı, o ise konuşmaya doymadı. Yüzüğümü taktım, kalemimi aldım tespihimi ona bırakıp masadan kalktım. “Çayları ben öderim Paşam, lakin bu masanın hesabı ağır bilesin” deyip seslendi. Ne varsa masada hepsini alıp omzuma çıkıp gittim usulca.