Aynı güne kazınmış farklı ruhlar
Çığlıkların bastıramadığı acılara sığınmış kalpler yarattı anlamsızlığı. İnsanlar mutluluğun büyüsünde geçirirken günlerini, bazıları sıkışıp kaldıkları anlarda arıyordu anlamı. Herkes için hayat bir rutindi: hazırlıklar, çalışmalar, sabah kahveleri, akşam eğlenceleri ve daha nicesi. Tutkuları için koştururdu insanlar, arzular kovalanmak için değil miydi nihayetinde, onlar için durum değişmeyecekti. Bu yüzdendir hepsi afallardı “bazılarına” denk geldikçe. “Onların” her daim kendilerinin sahip olduklarına müştak olacaklarını zannediyorlardı. Yaşamış her şeyin ömrü birbirinin benzeriydi düşüncelerinde, bazıları bu tempodan şaşıyordu yalnızca. “Onlar” hakkında varsaydıkları en büyük iddiaysa her daim kaybettiklerini tekrar kazanma yolunda ilerlemekle birlikte özlemlerinin hiç dinmeyeceğiydi. Tek sorun şuydu ki:
Hayata aynı şekilde atılmamış biri asla ona kapılmayı başaramazdı. “Bazıları” tutkularını kovalamamışlardı çünkü hiç sahip olmamışlardı, arzularını hiç düşlememişlerdi çünkü hayatlarında “istek” olarak nitelendirilebilecek tek şey bir tutam sessizlikti. Geceleri bu gerçekleştiğinden sabahları gün ve aydınlığın tonlarına karışır, gece yalnız birbirlerine kendilerini belli ederlerdi. Izdırapların ilmek ilmek ördüğü ruhları yıldızlara bakarak yeniden çözüme kavuşturmaya çalışacaktı binlerce sorularının tek kaynağını:
“Niçin?”
Cevap yok.
Ötesinde farklılığın en büyük örneği bu sayılabilirdi, bu iki tür insan aynı gökyüzünü dahi paylaşmıyordu. Birini yaşatan gündüzken diğerininki geceydi. İkisinin ışıklarını da aynı Güneş yansıttığından, gündüze düşkünler gececilerin hala “yalnızca kaybolmuş ve özlem dolu” olduğunu düşünse de gerçekler oldukça netti:
Ruhunun dikişlerini oluşturanlar aidiyeti, anlayamadıkları şahsiyeti, ilerledikleri yollardaki hasretiydi gececilerin.
Ne kadar ters! Özlem dolu sanılan kimseler yalnız hayat yolculuğunu tahassür merdivenlerinden birer birer tırmanarak geçiriyor, hiçbir basamağın kederini bir diğerine taşımıyor.
Onları tanımakla birlikte anlıyoruz:
Her ne kadar aydınlık ve karanlık kadar zıt noktalarda dursa da ızdırap ve umutla işlenen bu iki ruh, asıl özellikleri birlikleri. Arafta kalmadıkça bahsedilen ruhların ikisi de berrak, biri sorularda kaybolsa da kendine net; diğeri hayata kapılsa da özünde tek.
Anlamlandırmanın zorlu olmasının yanı sıra onu uzaklaştırmak ayrı bir çaba, savaştır. Hayata kapılanlar bunu başarıyla yapanlar olmakla beraber yerine koyacakları öncelikleri de belirleyenlerdir. Kapılmak ve oyalanmak arasında fark vardır, kapılmak ikna olmaktır; oyalanmaksa yalnız zihni uyuşturmak.
Zaman uyuşukluğu geçirir, gece ve anlamın derinliklerine çekilir oyalananlar.
Kapılmak ya da aramak, sonuç ne olursa olsun ömrün bizleri avlamasına izin vermemek, tutunmanın tek yoludur. Hayatın avcıları olmadıkça akıl tutsaktır.
Arafın esiri olmadıkça, özümüz zincirlere bağlanmadıkça kovalamak esastır. Düşünceler Güneş aramaz aydınlanmak için, onlar gökyüzü en koyuya boyandığında severler zihinleri şüphesiz. Bir tutam hayat, iki dakika yalnızlık, üç dakika şarkı, dört satır anı.
Aklın tutsaklığı son, son ise yeni ve farklının başlangıcı demektir.
Belki de aydınlatarak ona acı çektirmektense birkaç melodiyle keşfetmek geceyi, esintilere karışmak, anlamın kifayetsizliğini belirten hisleri uyandırır...