Bir Yaprak Sükût
Bir duman oldu hikâyelerimiz, boğdu beni, çürümüş ciğerlerimi. Sensizlikten mi? Belki sonsuzluktan, bilemedim. Anımsadım, ben böyle doğdum ancak anlatamadım hiç. Sözcükler boğazımda düğümler oldu, iplikler halinde birikti.
Ne zaman ki ip halat olacak kadar güçlendi, yaramı sardım onunla, tek kelimenin çıkamadığı acımasız boğazıma. Dakikalar, saatler derken, günler geçti boynumda bu kalın halatla. Bir umuttu bana, sözcüklerimi bağladığı gibi nefesimi de bağlar diye umdum. İşe yaramadı, akşam çöktü, kayboldu. Başkasına kurtuluş oldu.
Üstüne bırakıp gittiğim teraziden alındı, malum ağırlığını yalnız geçmişim ölçebilirdi. Sözcüklerim çalındı ve bir başkasının boynuna dolandı, yere düşmüş bir tabure eşliğinde ilk olarak en sevdiğini, sözcüklerini durdurdu yorgun ruhun; devamında nefesini. Merak ettim, o da nefesine karışmış birkaç sözcükle konuşuyor muydu? Herkesin inilti sandığını o anlıyor muydu? Utandım kendimden, yalnız kelimelerin karanlıkta bıraktığı kalpler görürdü hayat halatını.
Sözcüğün en güzel haliyle dokunmuş, çiçeklerin en taze kokularıyla harmanlanmıştı o. Konuşacak kadar cesur davrananların gaddarlığıyla insanlığa küsen, küçük mırıltılarına tutunmaya çalışanların kahramanıydı o. Öyle ki, gören tutuklu kalır. Ona ondan kıymetli ne sunabilir zavallı insan? Varlığını bile kendine ziyan görürken.
"Ruh." der, kendinin anlamlandıramadığı en büyük parçasını onunla uyandırmak kutsal gelir. Halatı sessizliğin büyüttükleri güzelleştirir. Öyle esir ki insan kelimelere, bilemez sükûnetin değerini. Kelimelerimizle yok ettiğimiz yaşamı, doğayı önemsiyor gibi görünmemiz de bundandır nitekim. Yeşillikler büyürken sükûneti esas alır, ağaçlar, yere düşen yapraklar.
Rüzgârlar, doğanın isyankârlarıdır. Tüm sessizliği bozan, etrafı birbirine katan ve en güçlü olduğuna inanan acizler. Aykırı sandıkları doğayı her yere yayarlar, parçası olduklarına düşman kesilirler. Baksanız onların tek yapabildikleri doğayı dünyaya daha da serpmektir.
Rüzgârın uzaklara taşıdığı tohum her yerde biter, inadına bir daha taşınır. Taşındıkça daha fazla, daha gür çıkan yaprakları delirtse de isyankâr rüzgârları elinden yalnız esmek gelen bu varlık, nasıl durdurabilir kendi yaptığı büyük, güzel hatayı?
Malumunuz, daha hızlı eser; durmaksızın, bitmeksizin eser. Ne mi olur, karşı geldiklerini yalnız daha ötelerde ve ulaşılmaz bilinen yerlerde hayata bağlar. Bizlerden farksız, sanrılarında yavaş yavaş kavrulur, onlardan olmadığını sandığı her bir mahlûkatın kölesi olur. Zihninin en ücra köşelerine gizlemeye çalıştıklarını akıtan bir şairden farksız, rüzgârın halatı; taşıdığı tohumlarıdır. Var olmakla cezalandırılmış her bir dakikasını tükenene kadar esmekle geçirmesinin sebebi de budur nitekim.
Köstek olduğunu düşündüğü kudretin elinde ezilmektense çırpınmak ne güzel hissettirir olmuşa. Çırpındıkça daha da gömülmek bu zehre, ne denli bir hazdır ki erişilemez ona tekrar? Sözlerinde hapsolmuşların aydınlatacağı sorular olsa da bunlar, sözsüzlerdir artık onlar. Bu yüzden bilemeyiz cevapları, doyumsuz arzularımız doğrultusunda tekrar sorarız. Tekrar, tekrar ve tekrar. Sükût etmenin yüceliğine kavuşabilmiş onlara sözcüklere daha da ağırlık kazandırarak hitap ederiz, bağırarak, kızarak, bazen ağlayarak.
Ne zaman ki ışıltısından gözlerimizi kapatmak durumunda kaldığımız halat hücrelerinin tavanında bir süreliğine yer edinir, o ana dek pes etmeyiz, susmak bilmeyiz. Neden sanarız, çıkarabildiğimiz sınırlı seslere yüklediğimiz bunca anlam kuvvetlidir onlara kul olmayandan? Duymamak ve konuşmamak neden mahrum kalmaktır, bizi yiyip bitirenler hep "mahrum kalmayanlar" olmasına rağmen niçin suç sesten kaçanlarındır?
Cevaplar görecek kadar açık, yazacak kadar karanlık olsa da, biz mahrum kalanlar ışığı görenleriz. Sözlerinde yaşam barındırdıklarını sananların gizli aşkları, bir Dolunay’ın gölgesindeyiz; susuyor, seviyoruz...