Yine Demeli Hep Demeli
İlk baştan diyelim o zaman; ahlak azizim ahlak… Dün nasıl muhtaç isek bugün de muhtacız “ahlak” kalesinin surlarına.
Değer yargılarımızın inşası, adalet duygusunun ihyası, karakterimizin ilk harcı, vicdanımızın yazılı olmayan muhkem kuralları… Hepsini ve daha fazlasını ahlak çerçevesi içine almak durumundayız. Gündelik yaşamımızdan başlayarak en basit gördüğümüz hal ve tavırları bile farkında olarak bilinç düzeyinde ahlaki ilkelere göre dizayn etmede ısrarcı ve kararlı olmak zorundayız.
Ahlaklı olmayı ve ahlak sınırını namus meselesine hasretmek ve salt bu çerçevede değerlendirmek eksik kalıyor. Elbette ahlak, kişiyi inananları her türlü müstehcenlikten, sapkınlıktan ve namussuzluktan korur ama ahlak sadece bu değildir. Fırsatçılık yapmak, şartlara göre vaziyet alıp çıkar sağlamak, tam dek geldi fırsattan istifade bir tekme de ben atayım demek aynı ahlak kuralları ile tasnif olunur.
Ahlaki davranmanın ve bu prensiplere göre tavır almanın zorunluluğu her geçen gün daha da önem kazanıyor. Samimi bir niyet olmadan, ahlaki ilkeler hiçe sayılarak çıkılan yollar akim kalıyor, neticeye ulaşamıyor.
Ahlaki yapı önce insanın kendinde başlıyor azizim. Kendine karşı yaptıklarından başlıyor ve yakın çevresinden başlayarak tüm mevcudatı kapsıyor. Bugün çokça duyduğumuz “ahlaki çöküntü, ahlaki dezenformasyon” gibi ifadeler bahsini ettiğimiz tüm çerçeveyi kapsıyor esasında. Lakin önce kendi içimize kendi ahlaki yapımıza bakmayı nedense hep es geçiyoruz.
Başkalarını şiddetle paylayıp azarlamak, “ahlak bozuldu kardeşim” diyerek problemi “ötekine” atmak, olan biteni, sokağı caddeyi, iş gücü bozanın hep diğerleri olduğunu peşinen kabul etmek de eksik ve nakıs bir ahlak anlayışı olsa gerek.
Çalışanın iş ahlakını, esnafın ticaret ahlakını, baba ve annenin aile ahlakını, sohbet ehlinin meclis ahlakını, toplumun sokak ahlakını ve tüm inananların kitap ahlakını deruhte etmesi elzem. Bunlardan ödün verildiğinde bozulmanın önüne geçemeyiz.
Hani misal; dolmuştan inmek isteyen yolcuya “burası durak değil” deyip çemkirmek ama iki adım sonra durakta olmadığı halde bekleyen bir yolcu için durmak… Bir sakız parası kadar bile olsa para üstünü vermekte nazlanmak… Sahibi olduğu ev için dört beş kat fazla kira isterken üç lira zam yaptığı için berbere çıkışmak… Ürettiği ürünlere hem de herhangi bir sebep oluşmamışken ayda bir fiyat düzenlemesi yaparken çalıştırdığı işçiye hakkı olan zammı bile başa kakarak vermek ya da vermemek… Boşanıp ayrıldığı eşine dünyayı zindan etmek, öğretmenine çıkışmayı maharet saymak ya da zaten kırk dakika olan dersine geç gitmeyi alışkanlık haline getirmek… Dahası yazılır, velhasıl bizatihi içinde bulunduğumuz hemen yanı başımızda cereyan eden gündelik şeyler bunlar. Meslekleri, davranış şekillerini, örnekleri değiştirmek pek âlâ mümkün lakin derinde taşıdığı sorunsal hep aynı.
Yumuşak başlı, uysal ve hoşgörü sahibi olmayı pısırıklık, fikrini söyleyebilme cesaretini başkaldırı, yeni fikirler üretmeyi başımıza icat çıkarma, güzel söz söylemeyi ve susmayı korkaklık olarak tarif eden bir anlayışın getirdiği ahlak tarifi de hakikat olmuyor.
Diğer yandan toplumsal sınırların zorlandığı da bir başka gerçek. İkaz etmek, nasihatte bulunmak, rahatsızlığı dile getirmek beklenmedik sonuçlar doğuruyor. Müziği son sesiyle açıp üst katta tepinen komşuya bunun uygun ve doğru olmadığını söyleyebilmek artık mümkün değil, şikâyet ediyorsun çözüm bulamıyorsun. “Yapan yaptığıyla kalıyor” inancı ilk ve en başta ahlak sınırlarımızı ve inancımızı yıpratıyor.
“Sınırsız bir özgürlüğüm var, yapsam da yırtarım paçayı, ben bir hırsımı alayım da sonrası ne olursa olsun” yaklaşımı ne kadar sakat ve mahzurlu ise “aman ses etme, sakın karışma, bırak yapsınlar” deyip salıvermek de ahlak kalesinde gedikler açıyor.
Bu ülkede yaşayan ne kadar insan varsa ne kadar Müslüman varsa girişilen her iş atılan her adım ahlaki temeller üzerine inşa edilmeli ilkesini temel yaklaşım olarak görmeli. Gerçi kurallar, kanunlar, prensipler gele gele “insan” unsurunda odaklanıyor. İnsan olmak ahlaklı olmaktan geçiyor desek yanılmış olmayız nitekim.