Yenidoğan Çetesi Ve Tahsilli İnsanın Ahlak Sorunu
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Nerede nitelikli dolandırıcılık, astronomik rakamlarla devlet kurumlarını ve kişileri dolandırma, terör örgütü kurup idare etme gibi organize suçları işleyenler varsa, hemen hepsi tahsilli insanlardan oluşmaktadır. Kırsalda yaşayan, eğitim seviyesi düşük insanların işlediği suçlar genellikle karı-kız yani namus, alacak-verecek ve tarla-tapan gibi bireysel suçlardır.
Bugünlerde İstanbul Bakırköy Adliyesinde görülen “Yenidoğan Çetesi” diye adlandırılan ve dünyaya yeni gelmiş bebeklerin ölümüne sebep olan nitelikli dolandırıcılık ve cinayet davası görülmektedir. Bu çetenin lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Dr. Fırat Sarı başta olmak üzere 22’si tutuklu 47 sanığın tamamı tahsilli. Çeteyi sevk ve idare edenler üniversite mezunu, diğerleri de en az lise veya ön lisans mezunu. Yaklaşık 40 bin kişinin ölümüne sebep olan PKK terör örgütünün kurucusu ve idareciliğini yapmış olan Abdullah Öcalan da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumuştur. Genel olarak baktığımızda nitelikli olarak devlet kurumlarını talan, soygun, yolsuzluk türlerinden biriyle dolandıran, bankaları batıran, bomba düzenekleriyle toplumsal katliamlara sebep olanlar, mürekkep yalamışlardan çıkmaktadır. Aslında bunlar akıllı insanlardır. Bu işleri çevirebilmek için aklı ve zekâyı kullanmak gerekir. Kullanmışlar ama kötüde kullanmışlar. Evet, bunlar akıllılar ama ahlaksızlar. Çağımızın Gazali’si olarak adlandırılan Taha Abdurrahman; “Yunan medeniyetinden sonra biz insanın mümeyyiz vasfı olarak aklı tarif ettik. Ben bunu kabul etmiyorum. İnsanın mümeyyiz vasfı ahlaktır. Çünkü her akıllı ahlaklı değil ama her ahlaklı akıllıdır. ‘Düşünüyorum, o halde varım’ değil ‘ahlaklıyım, o halde varım.” demektedir.
Aslında bu insanlar tahsilli olmaları dolayısıyla insanî erdemlere bağlı, insan hak ve hukukunu gözeten, insanlığın selameti için çalışan ve haksız yere bir cana kıymanın insanlığın canına kıymak anlamına geldiğini bilmeleri gereken kişiler olması gerekirken, ahlaksızlıkları nedeniyle bu densizlikleri işlemektedirler.
Bunlar “öğretilmiş” kişilerdir, “eğitilmiş” değillerdir. Kadim kültürümüzün ifadesiyle bunlar “talimlidir”, “terbiyeli” değildir. Talim, belli bir konunun bilgisini alarak o konuyu öğrenmek demektir. “Terbiye ve talim”, “Eğitim ve öğretim” demektir. Bugün bizim orta ve yükseköğretim kurumlarında “eğitim”den yoksun “öğretim” verilmektedir. Yani gençliğimiz, laik, seküler bir “terbiyesiz talimden” geçmektedir. Öğrenim görmüşler fakat eğitilmemişlerdir. İnsan olma ve insanca davranma, hak, hukuk ve ahlakî değerlere bağlı kalarak görev ifa etme bilincinde değildirler. Mukaddes değerlerini aileden ve içinde bulunduğu sosyal gruptan almamışsa, dünyada yaptıklarının ya da yapması gerekirken yapmadıklarının hesabını ahirette mutlaka vereceğinin inancı kalbinde yer etmemişse, o insandan her şey beklenir. Bebeklerin ölmesi, insanların hakkını ve hukukunu gasp etmek onun vicdanını sızlatmaz. Çünkü onda “Allah korkusu” yani “Allah’ın azabından korkma” diye bir şey yoktur. İnancımızda “Kork Allah’tan korkmayandan” sözü, kutsal değerlerimizden damıtılarak söylenmiş bir sözdür. Merhum şairimiz Mehmet Akif de; "Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır" diyerek ahlaka değer kazandıran inancın, Allah korkusunda olduğunu belirtmektedir.
İslam’ın gayesi de ahlaklı bir toplum inşa etmektir. Rasûlullah (sav); “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diye buyurmuştur. (Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381). Emredilmiş olan bütün ibadetlerin gayesi insana sonuçta ahlakî bir erdem kazandırmaktır. Ahlakı ibadetten, ibadeti de ahlaktan soyutlamak mümkün değildir. Bunlar, bir birinin tamamlayıcısıdır, İslam bütününün parçalarıdır.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin gerçekleştirdikleri ahlakî sonuçlar vardır. Mesela, Kur’an’daki; “Sana Kitap’ta vahyolunanı oku ve namaz kıl. Çünkü namaz, hayâsızlık ve kötülükten alı kor.” (29/Ankebut: 45) ayeti, ibadet-ahlak ilişkisini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ayet bize şu mesajı veriyor: “Şartlarına, erkânına ve âdabına göre, tam bir huşû içinde ve hükümlerine uyularak kılınan namaz var ya, işte kişi rabbinin yüceliğini hatırlayarak, okuduğunu düşünerek kılarsa, bu namaz onu her türlü kötü ve hoş olmayan işlerden alıkoyarak ahlakî yüceliğe erdirir.” (Sabûnî, Saffetü’t Tefâsir, 4/485).
İbn Kesir de ayetin yorumuyla ilgili şunları söyler: “Namaz, hayâsızlıkları ve kötülükleri terk etmeyi kapsamına alır. Yani namaza devam etmek, insanı kötülükleri terk etmek zorunda bırakır.” (Said Havva, el-Esas fi’t Tefsir, 11/129)
Rasûlullah da (sav); “Bir kimse namaz kılar da namazı onu hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoymazsa, o namaz kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz” (Feyzü’l Kadîr, 6/221 (9014); Suyutî, ed-Dürrü’l Mensûr, 6/465) buyurmak suretiyle, ahlakî bir netice doğurmayan bir ibadetin, ritüelden/biçimsel alışkanlıklardan öteye geçemeyeceğine vurgu yapmıştır.
Hasan-ı Basri ve Katâde de “Bir kimseyi, kıldığı namaz, fuhuş ve çirkin davranışlardan alıkoymazsa, onun kıldığı namaz, üzerine bir vebal olur” diyerek aynı konuya dikkat çekmişlerdir. (Hicazî, Furkan Tefsiri, 4/515).
Hem namaz kılan, hem de kötülük yapan biri ile ilgili Rasûlullah’a; “Falanca kişi gece namaz kılıyor, sabah olunca hırsızlık yapıyor” denilince Efendimiz (sav): “Namazı, onun böyle yapmasına engel olacak” dedi. (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/447).
Rasûlullah (sav), bununla şunu kastetmişti: Namaz, mükemmel bir şekilde kılındığında, sahibini kötülüklerden alıkoyar. Onu, Allah’tan uzaklaştırmaz, Aksine daha da yaklaştırır. (Sabunî, Saffetü’t Tefasir, 4/486)
Yüce Allah “Namaz bütün kötülüklerden alıkor” diyorsa “alıkor.” Çünkü Allah doğruyu söyler. Eğer bir kişi, hem namaz kılıyor hem de kötülük yapıyorsa, sorun namazda değil, onun kıldığı namazdadır. Demek ki, kıldığı namaz, kötülükten alıkoyacak kalitede değilmiş. O kaliteyi yakalamak için gafletten uzak bir halde, ne yaptığımızın ve kime yaptığımızın bilinciyle ibadetlerimizin “farkında” olmalıyız.
Oruç ibadeti de bize, aç insanların durumunu yaşayarak kavratır. Nerede açlık mücadelesi varsa oraya yardım etme ahlakî melekesini kazandırır. Çünkü açlığı tatmayan tok, acın halinden anlamaz.
Hac ibadeti ise, her türlü makam, mevki ve rütbelerin söküldüğü, Allah’ın huzurunda bütün insanların aynı giysi ile eşit şartlarda bulunduğu ve sadece ihlaslı amelleriyle değer kazanacakları mahşerin küçük bir provasıdır. Haccı bu duygularla yaşayan kişi; makamı, mevkisi, zenginliği ve rütbesiyle insanlara tepeden bakmadan, tevazu elbisesine bürünerek mahşerde hesap vereceği bilinciyle yaşama ahlakı kazanır. Hac, aynı zamanda meşakkat ve insanlardan gelecek olan zararlara sabretme melekesini de kazandırır.
Zekât ibadeti de insanı vermeye alıştırır, cimrilikten kurtarır ve insanda paylaşma ahlakını geliştirir.
Kısaca, her ibadetin bize kazandırdığı bir ahlakî katma değeri vardır. Söz konusu olan ahlakî değerleri kazandırmayan ibadetler, hakkıyla yerine getirilmeyen, içi boşaltılarak şekle indirgenmiş ibadetlerdir.
Rasûlullah (sav), tevhid mücadelesinin yanında hep ahlak vurgusu yapmıştır. Müslümanlar Habeşistan’a hicret ettiğinde Kral Necaşi, Cafer b. Ebî Talip başkanlığındaki heyeti huzuruna çağırır ve “kavminizle aranızın açılmasına sebep olan bu din nedir?” sorusunu sorar. Cafer b. Ebî Talib, Necaşî'ye hitaben: “Ey Hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü yapardık. Kuvvetli olanlarımız, güçsüz olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik. O peygamber, bizi Allah'a, Allah'ın birliğine inanmaya, O'na ibadete, Allah'tan başka tapınageldiğimiz taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan bizi nehyetti...” (Bûtî, Fıkhu’s Sîre, s.131).
Cafer (r.a)’ın da belirttiği gibi tebliğin esası; tevhid-ibadet ve ahlakı inşa etmek üzere kurulmuştu. Bunları birbirinden koparmak, kafayı vücuttan kesip almak gibi bir şeydi.
İşte ahlaktan yoksun kişiler, her türlü bireysel veya organize kötülüğü yapmaya uygundur. Yer küremizde kötülüklerin bu denli kol gezmesi, dünyalıların ahlaksızlaştığının apaçık bir göstergesidir. Teemmül oluna.