YENİ OSMANLI (II)
Bir önceki YENİ OSMANLI başlıklı yazım pek çok beğeni ile birlikte bazı kayda değer eleştiriler de alınca konuyu bir kez daha ele almak gerekti. Gelen eleştiriler 2 ana başlıkta toplanabilir.
1- 700 yıl önceki koşulları bugün ile kıyaslamak yanlıştır. Böyle milliyetçi-muhafazakâr gazlarla varılacak nokta hüsrandır.
2- Türkiye’nin görece başarılı gibi görünen durumu egemenlerin izin vermesiyle mümkün olan konjoktürel bir durumdur. Reel değildir.
Tarih Tekerrürden İbarettir. Güneşin Altında Hiçbir Şey Yeni Değil
Eğer evrim teorisine inanıyorsanız aksini düşünebilirsiniz. Ancak ben inanmadığım için diyorum ki; insan aynı insan olduğundan tarih de tekerrürden ibarettir. Bugüne baktığınızda aslında geçmişe de bakarsınız. Düne baktığınızda da yarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. “Nihil nove sub sole” yani “güneşin altında hiçbir şey yeni değil” Bölgede bir otorite boşluğu var.Son zamanlarda ilginç gelişmeler yaşıyor.
Ortadoğu’da neredeyse tüm diktalar art arda yıkılıyor. AB hem ekonomik olarak, hem de siyasi olarak zor zamanlar geçiriyor. Euro birliğinden çıkmaktan, dağılmaktan ve hatta bunun için referandum yapmaktan bahsediliyor. Amerika hala güçlü görünse de giderek bölgemizdeki etkisini kaybediyor. Bilhassa Çin ciddi bir güç haline gelmeye başladıktan sonra Çin’i sınırlamak ve hatta mümkünse durdurmak ile meşgul. 20. Asrın başında aynı sondan kaçamayan birçok imparatorluk gibi Osmanlı da yıkıldı. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya bin parçaya bölündü. Sınırları savaşlarının galipleri çizdiği gibi iktidarlarını da tayin ettiler. Coğrafyamızda yükselen sanal duvarlar komşuları düşman hale getirirken duvarları örenler işbu duvarları kolayca geçerek sömürülerini devam ettirdiler. Fakat gelişen teknoloji ve iletişim dünyayı küçülttükçe toplumlar arasına örülen duvarlar bir bir yıkılmaya başladı. Ulus-devletlerin dayandığı sanal temeller, aşınmaya başladı. Bu durum ülkeler arasında her türlü sınırın silikleşmesine ve bilhassa komşu devletlerin birbirlerine daha bağımlı hale gelmelerine neden oldu.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ve Selçukluyu pas geçip Orta Asya’daki destanlar dönemini kendine tarihi dayanak noktası yaparak ahmakça bir inkâr politikasını uzun yıllar sürdürmüştür. Şimdi soruyorum: Geleceğe ilişkin projeksiyonlarımızı yaparken 100 yıl önceki coğrafyamızı da öncelikle dikkate almanın neresi yanlış? Kartlar yeniden karılıyor. Bu gün o gün değilse bile kartların çok yakın bir gelecekte yeniden dağıtılacağını görmemek için kör olmak lazım. Bölgede oluşan otorite boşluğunu doldurarak ülkemizin ve bölgemizin ihtiyacı olan barış ve istikrarı sağlayan ülke neden Türkiye olmasın? Toy ve köksüz bir devletin değil de bin yıllık bir imparatorluk geleneğinin mensubu olarak görelim kendimizi ve başımızı kaldırıp bölgeye yeniden Osmanlı gözüyle bakalım demem bundandır.
Türkiye bundan 10 yıl öncesine kadar az olsun benim olsun mantığıyla, dışarıda komşularıyla kavgalı, içeride ise vatandaşını potansiyel tehdit gören, kafası kuma gömülü bir devlet iken artık vatandaşına güvenen, çevresiyle ilgilenen ve böylece de bölgesinde önemli aktör olma kararlılığında olan bir ülkedir.
Bölgemizde ayakta kalabilmenin bir raconu vardır. Bu racon dar kalıpları ve vehimleri kırıp büyük düşünmektir. 100 yıldır yapıldığı gibi reddi mirasa devam etmek, içeride vatandaşla, dışarıda komşularla çatışan, (b.k böceği gibi tezek içinde debelenen) küçük bir devlet olarak kalmayı kabul etmek demektir. İşte son yıllarda yaşadığımız türbülans devlet kurgumuzun dönüşümü ve yeni şartlara uyumunun sancılarıdır. “Küçük Türkiye’de” rahat rahat uyu(tul)mak yerine, emperyal mirasımızı değerlendirerek neden yeniden “Büyük Türkiye” olarak söz sahibi olmayalım? Türkiye jeopolitiği itibariyle ya Büyük Türkiye olacaktır, ya da küçülüp Türkiye olmaktan bile çıkacaktır. Fazla alternatif yok yani.
Gayemiz, Türkiye’yi Osmanlı etki alanında etkin bir aktör olarak görme isteğidir. Osmanlıdan kalan miras bağı, dini, kültürel, ekonomik, coğrafik vs. faktörler eğer doğru kullanılırsa bu gayeye ulaşmak muhayyel değildir. Elbette dediğim şey bugünden yarına olacak iş de değildir. Hatta zamanla halifelik gibi fevkalade elverişli bir enstrümanın devreye alınması bile kaçınılmaz olacaktır.
Tarihi ancak ve ancak hayal kurmayı becerebilenlerin yazdığını unutmayalım.(Burada Namık Kemal’i hatırlayanlara ‘şşt ayıp oluyor!’ demekten başka bir şey gelmez elimden) “Üretim biçimleri, egemenlik şekilleri değişti, aynı başarıyı tekrarlamak bilimsel olarak hayalden öte anlam ifade etmez” veya “egemen güçler buna izin vermez” şeklindeki itirazlar yukarıda anlatılanların ışığında gerçekten sönük itirazlardır. Sadece bir inançlı adam bile tüm dünyayı değiştirebilir. Yeter ki buna inansın! Gerçekten de güneşin altında hiçbir şey yeni değil!