Vatan evladı!
Cuma gecesiydi. O dönemlerde Araf Kafe olan eski İhtiyar Kitabevinde, gece geç saatlerde, on yıldır görmediğim bir dosta gideceğim otobüs için zaman dolduruyordum. Uçaklar geçiyordu. Uçaklar çok alçaktan ve devamlı geçiyorlardı. Huylanmış, sokağa çıkıp, gecenin karanlığında geçen uçaklara bakıp bir şeyler anlamaya çalışıyordum. İçim rahat etmemişti. Ağır ağır, Kızılay’a doğru yürürken dostum Ömer Karaoğlu aramış, “Ankara’da neler oluyor?” diye sormuştu. “Bilmiyorum, hele bir Kızılay’a çıkayım, haber ederim…” demiştim. Ben Kızılay’a doğru yürürken yanımdan hızlı hızlı geçenlerden köprü, tank sözlerini duymuştum. Gama İş Merkezinin önüne gelip sigaramı yaktım. Trafik akıyor, polis arkadaşlar karşımda dikiliyordu. Ancak insanların, ne olup bittiğini anlamak için evlerine çekildiği, arabaların daha bir hızlıca hareket ettiği hissediliyordu.
Kaldırımlar da hızlı ve homurdanarak yürüyenlerden darbe, Fetö, köprü, tank, asker seslerini daha çok duyuyordum. Benim gibi herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor, hararetli telefon konuşmalarına şahit oluyordum.
Darbe oluyordu. Aklıma ilk düşen görüntüler 12 Eylül darbesi ve sonrasında daha bir yoğun yaşadığım 28 Şubat süreciydi. Araf Kafe’ye dönüp, çantamı aldım. Uzunca bir süre bekledikten sonra, bulabildiğim taksiyle Halil İbrahim’e gittim. Dışarı çıkmalı, direnmeli, vatanımızın sahipsiz olmadığını göstermeliydik. Abdestimizi aldık ve Halil İbrahim ile dışarı çıktık.
Selâlar okunuyordu. Emniyet Müdürlüğüne iki yüz metre kala, üst geçidin üzerinde asker yolu kesmişti. En ön saftaki ülkücü kardeşlerimiz, tekbir getiriyor, bu vatan bizim diye bağırıyorlardı. Emniyet Müdürlüğünün önünde bir araba alev almış yanıyordu. Nasıl olduysa askerle gençler arasında arbede çıkınca, askerin biri, bir iki adım geri çekilerek elindeki silahı ateşlemişti. Beş altı genç vurulmuş yere kapaklanmıştı. Arkamızda insan yığını, önümüzde ateş etmeyi bekleyen askerler… Yaralı gençleri en yakın ve uygun arabalara taşıdık. Şakası yoktu, darbe oluyordu, kan akmıştı.
Daha sonra Halil İbrahim’le, külliyeye geçtik. Gençlerbirliği Tesislerinin az ilerisinde yol kesilmişti. Uçaklar üzerimizden geçmeye devam ediyordu. Külliyeden uçaklara ateş açılıyordu. Adem Kayadelen külliyenin Söğütözü, Gökhan Ateş Gazi Mahallesi tarafındaydı. Haberleşiyorduk. Gölbaşı Özel harekât bombalanmıştı ve çok şehidimiz vardı. Travma halindeydim, ağlamak istiyor da ağlayamıyordum.
Saat beş gibi ayrılıp eve geçtik. Bilgisayarın başında olup biteni okumaya çalışıyordum.
Öğle saatlerinde Halil İbrahim’in evinde Adem ile buluşup Kızılay’a geçtik. Gece de külliyenin önünde dalyan gibi özel hareket polisleriyle beraber, sanırım 150-200 kişi kadar da sivil vardık, gecenin ilerleyen saatlerine kadar bekleyip, sonra orada öylece betonun üzerinde yatıp uyuduk.
Bir ay süreyle, çoğu gece Adem’le külliyenin önünde yatıp kalktık. Dostlarımız geldi, misafir ettik…
Üç yıl önce Rabia olaylarını protesto etmek ve Mısırlı kardeşlerimizin yanında olduğumu söylemek için Ankara Hacı Bayram camisinden İstanbul Fatih camisine yürümüştüm. Bu kez kendi canımdan olan kardeşlerim, şehit ve gazilerimiz için yürüyecektim. Niyetim İstanbul Eyüp Sultan camisinden Beştepe Millet camisine yürümekti.
Sabah namazı için, Eyüp Sultan camisine Ömer Karaoğlu ve oğullarıyla beraber gittik. Bir ara Ömer yanımdan kalkıp hoca efendiye bir şeyler söyleyip geri geldi. Hoca efendi namaz başlamadan önce “Bir arkadaşımız darbeyi telin için İstanbul’dan Ankara’ya yürüyecek, kendisini dua ile uğurlayacağız…” diyordu.
Eyüp Sultan Hazretlerinin başında edilen duadan sonra tekbirlerle uğurlanmak… Hassaten söylemek isterim ki hayatım en duygulu anlarıydı. O an denize doğru yürü deselerdi, önüme ardıma bakmadan denize, dağlara, ateşin üzerine doğru yürürdüm. Ağlamak istiyor da ağlayamıyordum…
Uzun uzun nasıl yürüdüğümü, yürürken neler yaşadığımı, kimlerle kucaklaştığımı anlatacak değilim. Bu aziz halkın elinde avucunda olan suyunu, yemeğini, parasını, evini paylaşmak istediğini defalarca yaşadım. Hepsinden Allah razı olsun!
Düzce’nin oralarda bir yerde, sırtımda bayrak yürürken, yol üstünde bir kahvede mola verdim. Hemen çay ikram ettiler. Az ötede görünen caminin imamı olan arkadaş, bayrağı elinde taşısan daha güzel olmaz mı demişti, olur dedim, sonrasında Ankara’ya kadar da bayrak elde yürüdüm.
Bu arada, her şehrin girişinde gençler tarafından karşılanıyor, bana uzatılan mikrofon ve kameralara üç-beş dakika konuşuyorum. Birkaç ulusal televizyon kanalına da röportaj verdim. Yanımda ayrıca iki bayrak taşıyordum; birini Sayın Cumhurbaşkanımıza diğerini de şehit Ömer Halis Demir’in ailesine teslim edeceğimi de bu röportajlarda söylemiştim.
Bolu’da bayrak elimde yürüyorum. Yanımda bir araba durdu. Arabadan otuzlu yaşlarda babayiğit bir genç indi. Başımdan en az bir metre yukarıda tuttuğum bayrağa selam verdi. Sonra kuvvetlice sarıldı ve Ömer komutanıma, abime, yiğidime selam şöyle diyerek alnımdan öptü. Ağlıyordu. Öylece kalakalmıştım. Ben de askerim, Ömer abimin elinden çok su içtim, ona imreniyorum, onu çok özlüyorum diyordu.
İnsanın kendinden geçtiği anlar vardır. Düşünemez. Algılayamaz. Göremez. Kilitlenir kalır. Gözlerimden yaşlar süzülüyor ve ha nerdeyse önümü görmeden yürümeye devam ediyordum. Aradan bir saat ancak geçmiş, sakinleşmiş, ağırlaşmış adımlarla, dua ederek, düşünerek yürümeye devam ediyordum.
Elli metre kadar önümde, sağ tarafımda, temiz giyimli, seksen yaşlarında bir güzel adam, askerce durmuş, başla takip yaparak elimdeki bayrağı selamlıyordu. Adımlarımı yavaşlatmış, kendisine bakıyor, ona doğru yürüyordum. Yanına vardım, önünde durdum. Gözlerinden süzülen yaşlar o güzel yüzünü ıpıslak etmişti. Ben de ağlamaya başlamıştım. Aslında bu ağlamak değil de dua gibi bir şeydi. Bu yaşlı ve güzel insana sımsıkı sarıldım, kucakladım. Kimsin sen dedim, kimsin mübarek. Emekli subayım dedi, adım yok, adım Vatan Evladı!