Uzak, yakın: Sen bana iyi geliyorsun Dağlım.
Sabah:
Sabahı sana, sabahı yarı uyanmış bir çocuğun saflık akan gözlerine benzetiyorum. Gözlerini öpüyorum.
İnsanları birbirinden farklı kılan, uzaklaştıran, ayrıştıran şeyin ırk, cinsiyet, yaş değil ruhlarındaki meziyetler olduğunu bilmelisin. Meziyetlerimizin en başında da sevmek, adalet ve merhamet gelmiyorsa eğer yan yana, aynı odada, falan dernekte olmamız aynı direğe asılı ancak farklı yönleri gösteren trafik levhalarından başka neye benzer ki Dağlım?
“Ne kadar çok şey istiyorsan o kadar acı çekeceksin. Her şeyi istiyorsan her acıya katlanacaksın. Gerçekten hazin durumda olanlar, tabii, rastgele acı çekip hiçbir şey elde edemeyenlerdir.”
Yalnızca tebessüm ve şımartılmak isteyen, belinde peştamal, başında tülbent olan biri bana şöyle demişti: “Kalbimizi ağaca asalım, çiçek açsın, bahar gelsin.”
Bazen değil çok zaman, şayet göz, kulak, kalp gözümüz açıksa bir bakıştan, bir sözden, bir sarılıştan kocaman bir felsefe, kocaman bir aşk çıkarabiliriz Dağlım. Ben “yazar” olmuşsam sebebi sensin.
İkindi:
Soluklanmak ve birkaç dostumla görüşmek için ara sıra uğradığım çay bahçesine gitmiştim. Kalabalık bir gruba doğru yaklaştım. Uzun zamandır sakallı olan bir arkadaşım sakallarını kesmişti. Kendisine doğru yürüdüm, ses tonum sevecen ve dostçaydı: “Çok çirkin olmuşsun!” dedim gülümseyerek. Normal şartlarda, belki sakal üzerinde gerekli gereksiz birkaç cümle ile durumu geçiştirecektik. Ayağa kalkıp beni kucaklayan arkadaşım, en az benim kadar hoş bir ses tonuyla kulağıma: “Bu şekilde de güzel olmuşsun deseydin.” dediğinde bir an durdum. Haklıydı, en estetik şekliyle bana ders vermişti. “Günümü kurtardın” dedim, tutup alnından öptüm arkadaşımı.
Bazı insanlarla konuşmak ve tartışmak çamurda yürümek kadar zordur Dağlım. Gönlümüze gölge düşmemesi ve gönlümüze çamur sıçramaması için konuştuğumuz ve koluna girdiğimiz insanlara dikkat etmeliyiz. Komplekse girmeden başkalarına güzel, kendimize “çirkin” bakalım!
Biliyorsun değil mi insanın birçok uzvu değiştirilebiliyor; burnu, dişleri, çenesi, kulağı… Elleri hariç. Ellerimiz, soyumuzun ve geçmişimizin kanıtı olarak kalırlar. Avuçlarıma aldığımda “yuvasını bulmuş kuşlara benzeyen” ellerin… Ellerin çok güzel Dağlım.
Güneşimiz olan insanın gölgemiz de olmasını istiyoruz haklı olarak. Bana güneş, bana gölgesin. Bir de şu var: Gömülü hazinelerim yok, sen varsın.
Gece:
Mevsim güz olmakla beraber havalar sıcaktı. Buzdolabım yoktu. Yiyeceğim peyniri az alıyordum. Bazen üst üste iki-üç gün peynir yiyemediğim için elimdeki peynirin son parçası kokmaya başlıyordu. Dikkat etmem gerekiyordu. İşte böyle bir günde üzüm, peynir ve ekmekten oluşan yemeğimi yiyordum. Yenilmeyecek gibi değilse de peynirim kokuyordu. Şikayetçi değildim. Bir yandan yiyor, diğer yandan gülümsüyor ve düşünüyordum. Dostluklarımız ve sevgilerimiz de şu yediğim peynire ne kadar da benziyordu. Uzun süreli kullanmak -beslenmek- istiyorsam buzdolabı almam ya da peynirimi tuzlu suyun içinde tutmam gerekiyordu. Kimi ilişkilerimiz de sıcakta, dışarıda kalmış peynire benziyor ve hemen kokmaya başlıyordu. Dostlarımızı ve sevdiklerimizi gönlümüzde saklayalım Dağlım, dışarıda kalan kokuyor çünkü.
Gönül haritamın sınır taşları kayboldu, göğsüm her yerinden rüzgar alan terkedilmiş köy evlerine benziyor ve ben yine de mor ve hanımeli kokan akşamlara inanıyorum.
Şimdi eflatun bir gölge ve menekşe menekşe gülümseyen gözlerini düşlüyorum.
Dışarıda ışıl ışıl ay varken perdeleri sımsıkı kapalı odalarda oturuyoruz.
Yakalamamız gereken tek şey zaman ve sevgidir Dağlım.
Zamanın ve sevginin sahibi olan Allah’a hamdolsun.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!