Ümmetin Derin Sorunu
Ümmet: “Renk, ırk, bölge ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin, aynı peygambere ve onun getirdiği dine inanalar topluluğu” demektir. Dolayısıyla son Peygambere ve onun getirdiklerine inanan bütün Müslümanlar, İslam ümmetini oluştururlar.
Haliyle Müslümanlardan oluşan her hizmet grubu, ümmetin kendisi değil, bir parçasıdır. İşte kendini ümmet bütününün bir parçası gören hizmet grupları, diğer kardeş hizmet gruplarına karşı bencil ve inhisarcı bir tutum sergileyemez. O, itikâdî bütünlüğün adının tevhid; itikâdî parçalanmışlığın adının da şirk olduğunu bilir. Vahdet de, toplumsal bütünlüğü ifade ederken; tefrika, sosyal parçalanmışlığın ismidir. Yani tevhidi parçalarsanız itikâdî şirke girersiniz, ümmetin vahdetini parçalarsanız tefrika dediğimiz sosyal şirke düşersiniz. Tefrika, kin ve düşmanlık temeline dayanan ayrışmadır. Farklı yolları kullanarak hizmet üretmek ise, hayırda yarışmaktır, tefrika ile ilişkisi yoktur. Bu sınırı iyi muhafaza etmek gerekir.
Rasûlüllah’ın (sav), bütünüyle namaz kıldığı bir gecede, fecirle birlikte selam verdiğinde ona;
-“Ya Rasûlallah! Bu gece o kadar namaz kıldınız ki, daha önce böyle namaz kıldığınız görülmedi” diye sorulunca şöyle buyurdu:
-“Evet, o ümit ve korku namazı idi. Rabbimden üç şey istedim, bana ikisini verdi, birini vermedi. Rabbimden bizi, bizden önceki ümmetleri helak ettiği şey ile helak etmemesini istedim, bunu bana verdi. Rabbimden, dışımızdan bir düşmanı bize galip getirmemesini istedim, bunu da bana verdi. Bizi fırka fırka ayırmamasını (ümmetimin bir birine düşürülmemesini) istedim, bu isteğimi kabul etmedi.” (Müslim, Fiten 5, Hadis no:2890; Tirmizi, Fiten 14, Hadis no:2175)
Rasûlüllah’ın (sav) bu duası gereği, Muhammed Ümmeti, diğer ümmetler gibi toplu helak cezasına çarptırılmamıştır. Bu gün Lût kavminin işlediği cinsel sapıklık, birçok batı ülkesinde baş tacı edilmektedir. Danimarka ve Hollanda gibi ülkelerde erkeğin erkekle, kadının kadınla evlenmesi resmen kabul edilmiştir. Yani Lût kavmine taş çıkartacak cinsel sapıklıklara rağmen, Yüce Allah toplu helakler vermemektedir.
Yine bu ümmet, dış düşmanlar tarafından yok edilememiştir. O kadar haçlı seferleri yaptılar, Moğol saldırıları gerçekleşti, Birinci dünya savaşında Müslümanları yok etmeye çalışan emperyalist güçler, İzmir’den denize döküldüler ve Çanakkale’yi geçemediler. Yani Rasûlüllah’ın (sav) bu duası gereği, ümmetin kökünü kazıyamadılar.
Fakat Peygamber Efendimizin Rabbinden isteyip de Rabbinin reddettiği, ona söz ve garanti vermediği “bu ümmeti fırka fırka ayırarak, şiddet ve terörlerini kendilerine dönük yapmaması, onları birbirine düşürmemesi” talebine Rabbi icabet etmemiştir. Aksine bu durumu, tabiat kanunları ile sosyal kanunlara ve sebep-sonuç ilişkisi kanununa bırakmıştır. Ümmet bu noktada kendi haline bırakılmıştır. Allah, bu ümmeti hiçbir şeye zorlamamış, bu konuda ona ayrıcalık tanımamıştır. Eğer ümmet, Rabbinin emrine, Rasûlü’nün talimatlarına, kitabın çağrısına uyarsa, sözü bir olur, safları toplanır, izzet ve güç kazanarak egemenliği ele alır. İslam’ın kendisinden olan beklentisini gerçekleştirir. Yok, eğer ümmet, insan ve cin şeytanların çağrılarına ve nefislerin hevalarına uyacak olursa, yollar onu ayırır, dağıtır. (Yusuf el-Karadâvî, İhtilaflar Karşısında İslamî Tavır, s.58)
Ümmetin fırkalara ayrılarak dağılması ve kimilerinin kimilerine musallat edilmesi, kıyamet gününe kadar bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün hallere şamil, kaçınılmaz, daimî ve genel bir durum değildir. Şu zikredeceğimiz Kur’an ve Sünnet buyrukları hayata geçirildiği zaman ümmetin vahdeti gerçekleşecektir:
“Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Ayrılığa düşerek fırka fırka dağılmayın.” (3/Âl-i İmran:103)
“Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra ayrılığa düşerek dağılan ve ihtilaf edenler gibi olmayın. Ümmet birliğini bozanlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmran:105)
“Dinlerini parça parça edip kendileri de fırka fırka olan müşriklerden olmayın. Bunlardan her bir grup, kendi yanındaki ile övünüp sevinç duyar.” (30/Rum:31-32)
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da gücünüz gider.” (8/Enfal:46)
“Şüphe yok ki, Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”(61/Saf: 4)
“Ve işte sizin bu ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden korkup sakının.” (23/Mü’minûn:52)
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnızlığa terk etmez, kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun bir sıkıntısını giderir.” (Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Hudut, 3)
“Sizden biriniz, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman, 71)
“Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin/dargın durmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28)
İşte bu talimatlara uyulduğu zaman, ümmet tefrikaya düşmeyecektir. Eğer, ayrılığa düşerek fırka fırka dağılma genel, daimî ve kaçınılmaz bir kader olmuş olsaydı, bu emir ve yasaklar abes olurdu. Çünkü bu durumda ayet ve hadisler, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeyi emretmiş ve kaçınılması da imkânsız olan bir şeyden men etmiş olacaktır. Bu da abestir. Allah ve Rasûlü de abesle iştigalden münezzehtir.
Öyleyse Allah’ın emrettiği vahdeti bozup tefrikaya sebep olmak, kimsenin hakkı da değildir haddi de… İslam’a hizmeti sadece kendi tekellerinde görenler, herkesin kendileri gibi olmalarını dayatmaya yeltenenlerdir. Bu, hastalıklı bir ruh halidir, taassuptur, fanatizmdir, asabiyettir. Taassup meselesi halledilirse kardeşlik ve Müslümanların vahdeti meselesi de çözülür. Çünkü tefrikanın ana sebebi asabiyettir. Yani takva dışında herhangi bir şeyi üstünlük ölçüsü olarak almaktır. Mesela ırkını, grubunu, cemaatini, mezhebini, meşrebini üstünlük ölçüsü kabul etmektir.
Bütün bu İlahî ve Nebevî uyarılara rağmen Allah aşkına, şu andaki durumumuza bakar mısınız? Etrafına üç-beş yüz kişi toplayan, bir radyo istasyonu kuran, gazete ve dergi çıkaran, ya da bir televizyon ekranını ellerine geçirenler; kendi tercih ve yorumlarını Kur’an yerine koyarak farklı ictihad ve görüşlere ateş püskürmekteler.
Şurada partisine çağıranlar, burada hocasına çağıranlar, öbür tarafta, cemaatine çağıranlar, beri tarafta mezhebine, meşrebine, tarikatına çağıranlar vs. vs. vs… O kadar çok seslilik hâkim ki alanlara, herkesin bağırdığı, doğru ve yanlış seslerin anlaşılmayacak şekilde birbirine karıştığı bir ortamda beynimiz dönüyor, midemiz bulanıyor… Fikir fahişeliği denen şey bu olsa gerek.
Yahu arkadaş! Cemaatli ol, cemaatçilik yapma. Mezhepli ol, mezhepçilik yapma. Meşrepli ol, meşrepçilik yapma. Tarikatlı ol, aslını bozarak ve hurafe karıştırarak tarikatçılık yapma. Bir hocadan etkilen fakat hocacılık yapma. Hocan yanlış yaptığında “Hocamı severim ama hakikati daha çok severim” diyerek hakkın yanında yerini al.
Bu gün benim tespit ettiğim ümmetin birincil ve derin sorunu; birlikte müşterekler oluşturup beraber hareket etme yerine, her grubun; güçlerini parçalayıp “az olsun benim olsun” diyerek, edindikleri mevziden -düşmana değil- birbirlerine ateş edip tefrikayı derinleştirmeleridir. Allah izan versin, özümüze dönmeyi ve vahdetimizi nasip etsin.