Tarih mi Dedikodu mu?
İçinde olduğumuz günler, tarihimiz, özellikle yakın tarihimiz açısından çok hayatî değerlendirmelere ihtiyaç duyduğumuz dönemlerdir. Ne yazık ki bazı tarihçiler, tarih değil dedikodu üretme ve bu milleti kamplara ayırmaya çalışan yabancı güçlerin ekmeğine yağ sürmenin derdindeler: “Tarih anlatıyorum” derken hodbînlikten ileri gitmeyen ve aleyhine konuştukları kişinin bütün yaptıklarını bir bütün olarak değerlendirmesine engel olacak eğri düşünce ve yöntemlerle çalışmaktadırlar. Nitekim geçtiğimiz haftalar şiddetli bir tartışmanın ortasına düşmekten kurtulamayan birisinin “kendisini kamuoyunun gözünden düşürmeye çalıştığı” ve tarihimizdeki yeri ve önemi eleştirilemez değil ama tartışılmaz olan büyük bir şahsiyet hakkındaki, güya tarihin en sahih formu olarak sunduğueserlerinden birisine (ki şu an hakkında konuşulan şahsiyetle ilgiliydi) baktım: BuradaMurat Bardakçı’nın kitapları gibi ikinci el kaynak olabilecekkitap ve makalelere dayanarak bazı değerlendirmelerde bulunmuş, arşiv kaynaklarının yanından dahi geçmemişti. “Ciddi bir tarih kitabı değil bu!” diyip kenara bıraktım. Evet, hiç kimse eleştirilemez olmamalı, ama eleştirilerin bir mantığı, adaleti ve mesnedi olmalıdır. Hele hele, konumuz olan kişi tarihte önemli bir yeri olan kimseyse insan daha ölçülü ve objektif yaklaşmalı, tarih yerine dedikoduyapmamalıdır.
Tarih, milletleri yönlendiren bir ilim dalı olduğu için objektif bir usûl takip etmek zorundadır. Ama gelin görün ki tarihçinin elinde ve önünde bir çok kaynak vardır. Elini uzatır ve oradan, kendi görüşünü destekleyecek malzemeleri seçer adetâ. Oysa arihçi, resmî ve herkesçe kabul gören arşiv malzemesiyle konuşmak zorundadır. Meselâ, bir çok tarihçinin “can simidi” gibi yapıştığı hatırât kitaplarını ele alalım: Bazılarına göre tarihin en güvenilir kaynakları olabilir ama unutmamak gerekir ki kişilerin, arzu ve kinlerini de dile getirdikleri hatıratlar, yazarının öfkesini kustuğu kişiyle ilgili yanlışlar içerebilir. Bunları siz inandırıcı bulabilirsiniz ama herkese tarih diye sunmak, en azından, tarihin asıl meselelerini atlamak olur. Yani, herhangi bir hatasının üzerinde durduğunuz kişi, o haliyle insanlara “kötü örnek” olacak şekilde fütursuzca davranmışsa, veya bunu, ülkenin örf ve adetlerini bozmak amacıyla “propagandist” bir tarzda bir “marifet” olarak sunmuşsa, işte ancak o zaman bunu tarihin, daha doğrusu kültür tarihinin bir parçası olarak sunabilirsiniz belki. Nitekim, meselâ, bir öğretmenin de aile hayatı belki bazı sapkın hareketler içeriyordur ama bunları öğrencilerine yansıtmadığı, evine hapsetmeyi başardığı takdirde, görevden alınmaz. Siz, tarihimizdeki kişileri de bununla kıyaslayabilirsiniz.
Günümüzdeki bazı tarihçiler o kadar hodbîn, o kadar dedikoducu ve o kadar indî ki kendilerinin fikirlerini yansıtmayan bir çalışma “arşiv kaynaklarına dayalı” bile olsa ilgileniyor, o çalışmayla ilgili bütün dünya sitayişkâr konuşsa da, hatta İslam dünyasında, meselâ: “Kurtuluş Savaşında din adamlarının ve tarikatlarının rolleri konusunda en mevsuk, hatta resmî belgelere dayalı eser” diye tanıtılsa da bu eser hakkında tek bir kelime edemiyor, ve hatta eserin yazarının “şu konuda fikriniz nedir?” şeklindeki sorusuna bile cevaptan ictinab ediyorlar. Çünkü içeriğinde kimseyi karalama olmayan, doğruların arandığı” bir çalışmadır. Aslında öyle birisi böyle bu özelliklerdeki bir çalışmayla ilgilenmemişse, çok iyi olmuştur; aksi takdirde eserin de adı kirlenirdi.
Ama anlamadığım şu: Bu kişiler tarih ilminin usullerini bile bilmeden bu kadar sakat usullerle çalıştıkları halde nasıl “ünlü tarihçi(!)” olabiliyorlar? Ya da onları kim ünlü ediyor? Yani: Suçlu aramak gerekirse suçlu kim? O mu yoksa onu ünlü, güvenilir ve “dibi görünmecek tarihten bahseder” görenler mi?