SUÇLU KİM?
Demokratik ülkeler, yöneticilerinin hızla değişen iktisadi, siyasi, sosyal, askeri, jeopolitik ve toplumsal koşullara göre uygulamaya koydukları politikalardaki başarı oranlarına paralel, dünya ekonomi-politiğinde söz sahibi olabileceklerdir. Yine her demokratik ülkenin yöneticisi (başkan, başbakan vb.) normal olarak homoeconomicus gereği davrandıklarından, içinde bulundukları ekonomik, sosyal ve toplumsal gelişmişlik düzeylerinden geri adım atmamakta, hatta halklarına daha iyi yaşam koşulları sağlamak adına, enerjilerinin son damlasına kadar harcamaktadırlar. Bu noktadan yola çıkıldığında, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın bir numaralı ekonomi ve askeri gücü haline gelen ABD ile, AB’nin özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa üçgeninin başını çektiği grup, uluslararası evrensel hukuk ve insan haklarını hiçe sayarak ortak çıkarlar gereği dünyanın paylaşılması adına, birbirlerini destekleyici politikaları uygulamaya koymaktan çekinmemişlerdir. ABD ve AB ülkeleri, dünyayı kontrol altında tutmak ve elde ettikleri ileri düzeydeki toplumsal refah yaşam standartları hükümranlığını devam ettirmek için, kendi çıkarlarına ters gelen tüm unsurları (ülke, lider, oluşum vb.), görünürde objektif ancak uygulamada tekelleri altındaki kurum ve kuruluşların not değerlendirmeleri, kararları, raporları ile; karıştırmak, kışkırtmak ve kaos ortamı oluşturarak kışkırtmak suretiyle zayıf duruma, adeta koma haline sokup kendi istedikleri yönde kullanmak istemektedirler.
Saddam ile başlatılan Körfez krizi, Libya, Yemen, Sudan, Kuzey Kore, İran, Orta Doğu ve Suriye gibi bir çırpıda sayılabilen olayların nedenleri, gelişme süreci ve sonuçları incelendiğinde, bunların kendi başına durup dururken ortaya çıkmadığı kolaylıkla anlaşılmaktadır. Orta Doğu üzerinden konuya yaklaşıldığında, yıllardan beri bu bölgenin çatışmasız, savaşsız ve istikrar içinde geçirdiği örneğin yirmi yıl gibi bir dönem olmuş mu? diye bir soru yöneltildiğinde, cevabımız hemen “hayır” olacaktır. Orta Doğu’nun uzun yıllardan beridir istikrara kavuşmamasının tek sebebi, batılılar tarafından çeşitli bahaneler (demokrasi ve insan hakları eksikliği, nükleer silah üretiliyor haberleri vb.) uydurularak, bölgede kaos ortamı oluşturup bu bölgedeki petrol rezervlerine sahip olmaktır. Yine demokrasi koşulları eksikliği bahanesiyle İran’a iktisadi ve psikolojik baskı yapan, hatta İran ile ticaret yapan ülkeleri bile açıkça tehdit etmekten çekinmeyen Trump’ın ABD’sinin, örneğin Suudi Arabistan’a bu güne kadar demokrasi üzerinden bir kelime ettiğini duydunuz mu? Yada “Nükleer silah üretmeye çalışıyor” diye, başını yine ABD’nin çektiği ülkeler tarafından, Kuzey Kore ve İran’a bir takım ekonomik yaptırımlar uygulanırken, israil’in kişi başına düşen harcama bakımından ilk sırada yer alması ve nükleer silaha sahip olması, nedense sorgulanmamaktadır.
Türkiye’nin örneğin yaklaşık son 60 yılına bakıldığında, ekonomi, siyasi, sosyal, dinsel, toplumsal ve etnik gibi konularda sorunsuz geçirdiğimiz birkaç yıl bile olmuş mudur?, ya da Ermeni Soykırımı iddiası, Sağcı–Solcu, Türk–Kürt, Başı Açık–Başı Kapalı, Sünni–Alevi, Komünist–Faşist, Gerici–İlerici gibi ayrıştırıcı, parçalayıcı ve toplumun içine ayrılık tohumları ekilerek, ülkemizde kaos ve terör ortamı oluşturulmaya çalışılması gibi faaliyetlere hiç ara verildi mi? gibi bir soruya, ülke olarak keşke “Evet” diyebilseydik de; terör başta olmak üzere diğer unsurları ortadan kaldırmak için yapılan toplam harcamaların üretim, teknoloji ve eğitime aktarılarak, sürdürülebilir istikrarlı iktisadi büyüme süreci sağlanıp, Gayri Safi Yurtiçi Hasılamız şimdikinden (2017 / 851 milyar dolar) en az üç beş kat fazla olur, G7’ler arasında Türkiye’de olurdu. Bu madalyonun dışsal faktörlerden kaynaklanan bir yüzü, diğer yüzü ise içsel faktörlerden yani ülkemizi yöneten siyasetçilerin eğitime, bilime, teknolojiye, AR-GE’ye uzun dönemi kapsamayan, günü kurtarıcı, hamasete dayalı popülist politikaların peşinde koşarak, istikrarlı bir iktisadi ve demokrasi sürecine ulaşamayışımızdır. Daha da kötüsü halk olarak hala sorunları kendimizden ziyade dış güçlere yüklenmeye çalışılması ve bu görüşlerin hala prim yapmasıdır. İktidarı, muhalefeti, sivil toplum örgütleri kısacası tüm kurum ve kuruluşlarımızla ülke olarak kurtuluşumuzun anahtarı; kendimizi sorgulayıcı ve yapıcı bir eleştiri süzgecinden geçirmektir. Kabahatin esas büyüğü Trump, Merkel, Birleşmiş Milletler, IMF, Fitch’de değil ise, o zaman kim de? Ülke olarak cevabı doğru vererek gerekenleri yaparsak, etrafımızda dış suçlu falan kalmaz.
Soru: En önemli para politikası aracı APİ midir? Neden?
Sözün Gözü: Gözü bozuk olanın sözü, sözü bozuk olanın kalbi bozuktur.