Söz veriyorum sana… Dağlım!
Ünye’deydim. Yağmurun ve dostun bolluğu vardı. Dostlar vardı ve dostlar yeni insanlarla tanıştırıyorlardı. Kollarına giriyordum. Koluma girenler az önce tanıştığım ancak geçen yıllardan yarım kalan sohbeti devam ettirdiğim insan avladı oluyordu. Koluna girebildiğiniz insan düşman olmazdı. Yağmur yağıyordu. Yağmuru çiçek, yağmuru ekmek, yağmuru sen sayıyordum.
Yağmur yağıyordu ve Karadeniz’in kıyısına inmiştim. Dakikalarca dinledim dağların sesini. Sen yanımdaydın! Islanıyor ve üşüyordum. Hayır, üşümüyordum aslında. Üşümek dışarlıklıydı. Bir sohbetimizi hatırlamış, içimiz kurumasın, içimiz yeşil kalsın demiştim, kınalı avuçlarını severken.
Merhametsiz ve gönül doldurmayan konuşmalarımız, merhametsiz cümlelerimiz, şu altında ıslandığım sert yağmurdan daha çok üşütüyordu. Üşümelerimiz soğuktan ziyade sevgisizliktendi. Yağmur, soğuk ve sevgi gerçekti. Sen yaşıyordun, ben vardım, biz gerçektik. Biz gerçektik ve gerçeği sevmemiz gerekiyordu.
Uzun ve yağmurlu saatlerde bir hoş oluyordum. Uzaktın. Vardın ancak uzaktın. Yağmur yağıyordu. Dostlara, varlığına, özleme, yağmura, Ünye’ye, sevmeye şükrediyordum.
Sonra, az sonra, güneşin ıslak sokaklarda yalın ayak gezdiğini gördükçe güneşe imreniyor, güneşi ve yaşamayı var eden Rabbime hamdediyorum.
Gökyüzünün mavi balkonunda oturuyorsun. Düşlerimin uzak ıssızlığında, henüz türünü bilmediğim bir acının kırık camlarının üzerinde dolaşıyorum.
Ne kadar uzağa gidersem gideyim kalbimin gölgesinden çıkamıyorum Dağlım.
İnsan arayandır. Nedir ki çokları bu aramayı diğer şahıs olarak algılar. Hayır, insan ancak kendini arar. Arıyorum Dağlım, arıyorum ve en çok bulduğum da sensin!
Göğsümde kocaman bir ağrı; göğsümdeki ağrı susmaktan, göğsümdeki ağrı konuşmaktan. Göğsüm mü ağrıyı, ağrı mı göğsümü taşıyor emin değilim. “Bağrımdaki uçurum, zorla susturulmuş gizli hıçkırıklarla doludur.” Üzgün bir güzellikle parçalanır içim de sen beni türkü söylüyor sanırsın.
Gizlilerde büyüyen yalnızca düşlerimiz değil, gizlilerde avucumuzda kuşlara atılacak bir avuç ekmek kırıntısı, bir kadının sırtı dönük görüntüsü, bir annenin ardımızda su dökmesi var. Gizlilerde gözyaşı ile yıkanmış gözlerimiz var. Sırtımızda anladıklarımızın ağırlığı… Öne doğru eğik yürüyüşümüz bundan.
Pencereyi açtım, gözlerimi kapattım serin ve nemli havayı içime çektim. Boğazım düğümlendi. Belki de ağlıyordum. İçimiz kurumasın dedim; içimizde bir tutam fesleğen, içimizde sevdiklerimize selam getiren rüzgar, içimizde şükretmeye inanıyor olmanın şükrü olsun.
Kaybolmuştun, seni bulmuştum. Sen kaybolduğunu biliyordun, ben güneşe doğru yürüdüğümü. Kıştı, bahardı, Eylül’dü. Bazen teşekkürüm az, duam eksik kalıyor. Kalıcı bir rüyanın içindeyim, rüyalarımda hiç gitmediğim sahil kasabalarında seninle uyanıyorum.
Bazen söze, yazıya, sarılmalara inancımı kaybediyorum. İnanmak istedikçe “inancım” zayıflıyor, içimde büyüyen bir yorgunlukla kalakalıyorum. Sevgimi, coşkumu ve kollarımı kaybetmek istemiyorum Dağlım.
Gülümseyişinin çiçekleriyle süslü olurdu gelişin. Ah, bedenimi bir kuş taşıyordu adeta. Yürürdük; üzerimize gün, gönlümüze güneş doğardı. Şimdi, şu an; gül yaprağı, kelebek kanadı, rüzgarda titreşen gelinciğe benzeyen kalbine kalbimi bastırıyorum. Gönlümden gözlerin, gönlümden türküler, gönlümden sen geçiyorsun. Efkarlanıyorum ancak üşümüyorum Dağlım.
Sana tüm kalbimle söz veriyorum; iyi bir dost olacağım, iyi bir insan. Söz veriyorum sana… Dağlım!
Hassaten sana ve Güneş Damlası’ na ve sevdiklerime dua ediyorum. Sevmek de duadır!
Yoklarla varlar arasında bir yerde durmaya ve özlemeye devam ediyorum. Ben iyiyim, sen nasılsın Dağlım?