SAMİMİYET GERÇEKTEN NE KADAR PAHALI…
Bir düşüncemiz, ilkemiz, prensibimiz, kararımız, davamız olabilir hatta olmalıdır. Ancak kendi iç dünyamızda kurguladığımız ve bizim olduğu iddiasında bulunduğumuz; özellikle toplumsal boyutlu değerlerimize ne kadar saygılı olduğumuzu anlayabilmemizin de bir pratiği olması gerekliliği konusuna itiraz edilebileceğinin farkındayız.
Bu itiraz ‘’Bir insanın, savunduğu fikri yaşama zorunluluğu yoktur’’ savıyla karşımıza çıkıyorsa bize de, önce bireyi, sonra da düşüncenin kendisini sorgulamak için alan açılır.
Bireyi sorgular çünkü ‘’siz o fikri niçin savunuyorsunuz’’ şeklindeki soru, o fikri çürütmek amacı güdüyorsa, karşı tarafın buna olumsuz tepki vermesi kaçınılmaz olur. Bireyin fikrinde samimiyeti yoksa öfkeyle karşılık vermesi en yakın ihtimaldir. Halbuki burada sorgulanan da düşünce değil belki samimiyettir. Samimiyetsizlik görüntüsü ise birey için ağır bir yüktür.
İkinci olarak, düşüncenin kendisi pratikle bağlantıyı kestiği anda o düşünceyi savunanı, samimiyetsizliğe paralel olarak güven problemiyle de karşı karşıya bırakır.
İstanbul Boğazı kıyısındaki yalıların birisinde ikamet edip aylık geliri 100-200 bin civarında olduğu halde proleterya egemenliğini savunan sosyaliste ‘’ bir metal fabrikasında işçilik teklifinize’’ tepkisinin ne olacağı hakkında yeterli deneyime sahibiz.
Proleterya egemenliği düşüncesinde ki samimiyetsizliği, 1883 yılında Londra’da ölen Karl Marks’ın kızı Elenora’ya, yirmi üçbin sterlin bıraktığı bilgisinden de biliyoruz. Londra Doğrular Mason Locasına kayıtlı, Rothschild ailesi ve Londra’nın aristokratları ile içli dışlı olan birisi için bu rakamların çok komik olup olmadığını sorgulamak kendisine inananları ilgilendirir, bizi değil tabi ki ama tarihi inkarla başlayan bir düşüncenin proleterya egemenliğine ne kadar tahammül edeceğini sorgulamak da bizim hakkımız.
Pratiği olmayan düşüncenin, sosyal itibarı izafidir; toplum vicdanında alaycı tebessümden başka bir karşılığı yoktur. Çünkü insanı bir kere aldatabilirsiniz ama insanlığı asla.
Bu materyalist yarı aydınları,’’ İslam’a sataşmak teamülleridir. Kendi düşüncelerine olan güvensizliklerini örtmek için özlerinde saklı tuttukları totaliter burjuva kimlikleri içinde boğuluyorlar’’ şeklinde okumak da mümkün. Sahtenin, hakikate mağlubiyeti karşısında duydukları ezikliğin verdiği acıyı dengelemek için İslama sataşarak , gerçek aydınların kendilerine hücum etmelerinin de önünü kesmeye çalışıyorlar. Samimiyetsizliğin, kendi icatları yapay kuleden düşüş anıdır bu.
Suçladıkları İslam’ın namaz kılanları ‘’vay o namaz kılanların haline, onlar gösteriş için namaz kılarlar’’ tehdidiyle karşılamasındaki samimiyet testinin hikmetini kavramalarını elbette beklemiyoruz çünkü ‘’akıl edemezler.’’
İnsan din, din de samimiyet içindir tespitimiz de, Müslüman kimliği taşıdığı halde pratiğiyle tersinden bir duruş sahibi olanlar için olduğunu söylemek gereksizdir sanıyorum.
Bir zamanlar ‘’Kahrolsun Amerika’’ diye bağıranların ne kadar samimi olduklarını, 1946 da İstanbul’a gelen ABD’nin Missiori zırhlısındaki askerlere, bizim değerlerimizi ayaklar altına alarak neler verdiklerini de unutmadık; şimdilerde Barış Pınarı Operasyonuna verdikleri desteği(!) unutmayacağımız gibi.
Samimiyet, herkesin sermayesi olacak kadar ucuz değildir.
‘’Bize kendinizi anlatmayın. Çünkü sizi tanıyoruz Bekleyin. Biz de bekliyoruz’’ Selamlar.