Ruhundaki asalete güveniyorum…
Gurbetin ve sensizliğin örselediği bir gecenin içinden yazıyorum...
Dağlardaydım. İnsan, dua ile türkü arasında yaşıyordu. Dua ederken gözlerim doluyor sonra dağların o kendi sessizliğinin içinde kendimden geçiyor, sonra bir türkünün kanatlarında sana geliyordum. Sırt üstü uzanıp gökyüzüne bakarken; topraktan, kalbimden, merhametten, seni sevmekten ve duadan uzak durmamam gerektiğini duyuyordum. Gökyüzünün vasiyeti bu!
Kirazlar, dişbudaklar, akasyalar hep çiçek içindeydi. Her taraf çayır çiçeğiydi. Kalbimin o üzgün hasretiyle, ancak gülümseyerek uzaklara bakıyor, seni çalılıklar arasındaki bir gelinciğe benzetiyor, dağların, kırların müziğini dinliyordum.
Nasıl ki “müzik çalarken ne bir şey görürüz ne de bir şey düşünürüz. Duyarız sadece… O da hafif… Müzik içimize yayılır…” Dağlarda müzik gibiydi, görürüz de kayboluruz, görürüz de düşünemeyiz, görürüz de sakinleşiriz. Sen sakinliğimdin, şimdilerde bunu daha iyi anlıyorum.
Kırların taze yeşili içime ferahlık verecekti vermesine de sensizlik, bütün her şeyi ve renkleri hasrete boyuyordu. Oysa yanındayken daha hafif, daha temiz bir havanın içinde yaşar gibiydim.
Ömrüm boyunca huzura kavuşmak için çırpındım durdum. Denge arıyordum. Emniyet istiyordum. Bunları okumakta, yazmakta, yorgunlukta, seyahatlerde, bir takım şeylerde aradım ve bulduğumu sandım. Bulmamışım. Bütün bu çırpınışlarım, yorgunluklarım ve kaçışlarım bana şunu öğretti: Bütün bunların toplamının sen olduğunu…
Farkındayım. Çocukluktan kalma bir cesaretle, hesapsızlıkla yazıyorum. Bazen insan, bir kadını mutlu etmek istedikçe, ne yapacağını büsbütün şaşırıyor, onun daha da canını sıkabiliyor. Canını sıkmadığımı umuyorum. İnsanın, mutluluğa ancak kendinden vaz geçmekle erişebileceğine inanıyorum. Ruhundaki asalete güveniyorum.
“Aklıma bir kelime geliyor… Yapıcı, çok şey söyleyen bir kelime: Nedamet…”
Affet beni! Kaba, sorumsuz ve budalaca davrandım. Sen haklıydın. Sabırlı ol ve huzuru öğret bana.
Hasretin dayanılmaz olup kahırlandığımda, kendimi şehirlere uzak bir sınır kasabası gibi tek başıma kalmış hissediyorum. Kayalıklarda büyüyen yalnız bir ağaç gibiyim. Ancak yine de umudum var; birbirimizin kalbini yeniden keşfedebilir, söylenmemiş sırlarımızı, dile gelmemiş mahcup hikâyelerimizi birbirimize anlatabilir, sevginin düşmanlıktan daha güçlü olduğunu… Fedakârlığın, sabrın ve merhametin; sertliği, bencilliği, nobranlığı yenebileceğini herkese gösterebiliriz.
Hatalıyım. Yüzüm yok. Yine de tek umudumsun. “Yalvarırım götür beni, ben de acı çekiyorum ve senin gibi yastayım, senin gibi evsiz, barksız ve mülteci.” Dünya bomboş, dağlar hüzünlü, günler kasvetli. Korkarım, sensiz bir dağ başında can vereceğim ve düştüğümü yalnızca gökyüzü görecek.
Bazen seni üzmüş olmaktan, kendimi kirlenmiş hisseder, sarılamaz, ellerimi ceplerime sokardım. Böğrüme dayanılmaz bir acı saplanır ve allahaısmarladık derken ağlamaklı olur, ardıma bakmadan yürürdüm.
Aradığında, -derin derin iç çekişin, herhangi bir sözden daha çok heyecan veriyor- sesini duyduğumda, çok çok mutlu oluyorum. Ne garip bir etkisi var mutluluğun… Bu güzelliği, bu tatlı havayı dağıtmamak için yavaş sesle, fısıltı halinde konuşuyorum bütün gün.
Az önce balkona çıktım, gökyüzüne baktım, gökyüzünde bir yıldız gizli gizli göz kırpıyor gibiydi.
Kimi zaman, duygularımı kelimelere döktüğümde kaskatı oluyorlar. Duygularımı ancak yüreğimde duyabiliyorum. Senin de duyabilmeni umuyorum. Sana ait, seni hatırlatan her şey konuşuyor; eşyalar, hatıralar, gece ve güneşin doğuşu.
Geceydi. Diyememiştim, şimdi söyleyeyim: Karanlığın ve yalnızlığın dışında bir şey daha vardı: Sen; kalbimdeki rüya ülkesiydin.
Senden ayrılırken alaca karanlıkta, ince sapının üzerinde titreyen beyaz bir çiçek gibiydin.