Önce istikrar ve reel ekonomi
FED görünen o ki 2016 Aralık toplantısında büyük bir olasılıkla, beklendiği gibi hem de zaten oldukça hassas pamuk ipliğine bağlı dünya ekonomisini şoka uğratmamak adına, 25 baz puan (% 0,25) faiz artırımına gitme kararını açıklayacaktır. Yıl boyunca Yellen ve diğer bölgesel FED başkanları tarafından gerek ABD gerek dış ülkelerin ekonomisine yönelik yapılan gerekli gereksiz açıklamalarla, tahminlerle, her anlama gelebilen ucu açık ifadelerle, faiz artırımı uygulamasına geçiş süreci Aralık ayına kadar uzatıldı. Aralık ayında faiz artırım uygulamasına geçilmesini küçük bir ihtimalde olsa riske atabilecek bir gelişme olabilir, o da ABD’nde 8 Kasım tarihinde yapılacak 58. başkanlık seçiminde Donald Trump’ın kazanması. Bunun dışında dünya hesabını kitabını, Kasım ayı başında Hillary Clinton’un başkanlığına, Aralık ayı ortasında ise FED’in %0,25 faiz artırımı yapacağına göre yapsın. Kasım ayındaki ihtimali düşük olan varsayım gerçek olursa, dünyanın geleceğinin ne olacağı ile ilgili tüm soruların cevapları, Trump ilk sıraya yazıldıktan sonra yeniden gözden geçirilecektir. 14-15 Aralık ayında yapılacak olan bu yılın son FED toplantısında beklendiği gibi faiz artırımına gidildikten sonra ise, başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere etkilenme derecesine göre birçok ülke, kendini bir çeki düzen verme baskısı altında hissedecektir. Uygulamaya konması beklenen 25 baz puanlık faiz artırımı nedeniyle, cari dengesi açık verdiği için borçlanmak zorunda kalan bir çok gelişmekte olan ülkenin, borçlanma maliyetlerini artıracaktır.
Küresel piyasada yüksek kar amaçlı dolaşan ABD dolarının önemli bir kısmının, faiz artırımı nedeniyle güvenli yatırım limanı olan vatanına dönmesi, borçlanılacak paranın azalmasından dolayı paraya olan toplam talebin artması etkisi yapacağından doların değerinin yükselmesi, diğer yandan da gelişmekte olan ülke paralarının değerinin düşmesi anlamına gelmektedir. AB, Japonya, Çin, İngiltere gibi büyük ekonomiler arasında en az sorunu olan ve istikrarlı gelişme trendini sürdüren ülke konumundaki ABD ve parası doların değerinin, Aralık ayından sonra beklendiği gibi talep artışının da etkisi sonucu yükselmesi, gelişmekte olan ülkelerin işini biraz daha zorlaştıracaktır. Tüm gelişmekte olan ülkelerin mi? FED’in eninde sonunda faiz artırımına gideceği kesin ve tüm işaretler Aralık ayının sonunu işaret ederken, popülizmden uzak durarak kendi ekonomileriyle ilgili yapısal sorunları, gerçekçi bir yaklaşımla masaya yatırıp üretim merkezli çözümler ortaya koyan gelişmekte olan ülkelerin değil tabi ki. Maliyeti artan dış borçlanmanın, reel ekonominin gerektirdiği verimli yatırımlar için değil de, bütçe açıklarının kapatılması ve iç borçların ödenmesi gibi amaçlara yönelik kullanılması, ekonomik sorunları ötelemekten ve ağırlaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bu şekilde değerlendirilen dış kaynakların ödenme zamanı geldiğinde, ülke içinde halkın kullanmak zorunda kullandığı talep esnekliği sıfıra yakın olmak kaydıyla, temel maddelere (temel gıda ürünleri, giyim, petrol ürünleri, doğal gaz, elektrik vb.) yapılan zamlarla karşılanması kolaycılığına gidilecektir. Bu yola başvurulması ilk aşamada, her ülkeyi enflasyonun yükselmesi, gelir dağılımının bozulmasıyla karşı karşıya bırakacaktır. Ülkelerin geçireceği sonraki evre ise, ekonomilerin uzun vadeli üretim odaklı amacından uzaklaşarak, spekülatif kazanç elde edilmesi amacıyla konvertibl döviz, altın, gayri menkul gibi çarpan etkisi sınırlı ancak bu varlıkları alıp satanların gelirlerinin artmasını sağlayan kısa vadeli enstrümanlara talebin artmasıdır. İmalat sanayinin aksine, diğer üretim kollarını harekete geçirip etkileme kapasitesi sınırlı olan inşaat gibi bir sektörün orantısız şekilde büyümesine ve finansal araçların güdümüne girmiş bir ekonominin, uzun vadeli istikrarını sürdürmesi, sık sık konjonktür hareketlerine yakalanmaması mümkün değildir.
Konuya ülkemiz açıdan bakacak olursak, yapısal sorunlar tespit etme ve uzun vadede kalıcı çözümler ortaya koymada, başarılı olduğumuz söylenemez. Bu sonuçla karşılaşmamızda, dışsal faktörler yanı sıra kendi iç ekonomik ve siyasi gelişmelerin etkisini göz ardı etmemeliyiz. Son iki yıldır petrol ve türev ürünlerinin fiyatları yaklaşık ortalama %50 oranında düşmesine rağmen, bir ülkenin ana hatlarıyla ekonomi karnesini gösteren cari açığı GSMH’mızın %4’ün, en son verilere göre de 32 milyar doların altına indiremedik. Borçların yeniden yapılandırılması, sürekli açıklanan teşvik paketleri gibi popülizm kokan ve adına reform denilerek vergisini zamanında veren, öz sermayesiyle üretim yapmaya çalışan girişimcileri adeta cezalandıran uygulamalara giderek, bu şansı yıllardır kötüye kullandık. Tüm bu zorluklara rağmen ihracatımızı son 15 yıl içinde 28 milyar dolardan, 2015 yılında 143 milyar dolara çıkarmayı, ihracat yapılan ülke sayısını ve ihraç ürünlerinin niteliğini artırmayı da başardık. Gerek ülkemiz ortak çıkarları paydasında inşa edilemeyen iç siyaset çekişmeleri, gerekse de sınırlarımızı koruma altına alma amacını gerçekleştirmede gösterdiğimiz mücadelede yalnızlığa mahkum edilme kumpaslarına karşı ülke olarak gösterdiğimiz onurlu duruşa rağmen, enerjimizin ekonomiye değil de savaş konulu alanlara kaymasına yol açmaktadır. Türkiye olarak çıktığımız ekonomi siyasi ikbal yolunda başarıya ulaşma konusunda bir kaygımız olmasa da, içinde bulunduğumuz durum, özellikle doğrudan sabit yabancı yatırımların ülkemize fazla gelmesini, ihracatımızın daha hızlı artırılmasını, işsizliğin en azından kritik eşik olan %10’un, enflasyonun da %5’in altına kalıcı bir şekilde düşürülmesini sağlamamızı zorlaştırmaktadır. Biz koşuyoruz, ancak dünya bizden daha hızlı koşuyor, geri kalmak istemiyorsak ülkemiz çıkarlarını ilk sıraya koymalıyız, ince ayarlar nasıl olsa halledilir.
Soru: Bir bankanın iflası, bankacılık sistemini krize sokabilir mi? Neden?
Sözün Gözü: İnsanoğlu fani, namı baki.