İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Masaldır bir bakıma

Masaldır bir bakıma

Dağlım, beraber dağlara yürüdüğüm.
 
Kendimi değiştiremezken, seni değiştirmem mümkün değil. Ki değiştirme çabası da bencil, küstah, kibirlidir zaten.  Seni sevebilirim. Sana merhamet, sana insanlık olabilirim. Olmalıyım. Ötesi nasiptir. Ötesi Allah’ın bildiği, benim bilmediğimdir.
 
Kalbimiz, gökyüzünden aşağıya düştüğünde, onu koruyacak hiçbir file olmadığında… Kırılır, dağılır, parçalanır ve yine yaşamaya devam eder. Kalp budur sevgilim, kalp yarasıyla kalptir.
 
Küçüğüm. Toy dağım. Senin yaşında; acılar, gözyaşı kadar sürer. Yaşadıklarını, acını, hüznünü abartmayasın.
 
Annesi ölmüş, babası öldürülmüş, kardeşi kayıp, kendi, son yirmi yılda türlü hastalıklardan mustarip Kemal abiyle, ormanın içlerinde çadır kurmuştuk birkaç gün. Bazen dakikalarca dalardı. Başımı önüme eğer, sesimi çıkarmadan beklerdim. Bir tek yanan odunların çıtırtısı duyulurdu. Elimiz kolumuz kalkmaz olurdu. Ağlardık. Kalkar, ormanın ve karanlığın içine doğru yürür, bir süre sonra geldiğimde Kemal abiyi yeniden çay demlemiş bulurdum. Sonra türkü söylerdim. Kemal abinin de sevdiğini bilirdim. Zaten, Altın Hızma, Ben Seni Sevduğumi, , Diz Dize gibi ancak birkaç türküye dönerdi dilim. Ateşin kenarında çayımız, ateşe sokulmuş patatesimiz, yukarıda yıldızlar, ormanın sesi ve kokusu…  Kaderinden razı bir adamdı, şikâyet cümleleri olmazdı Kemal abinin fakat gözleri hüzünle gölgeliydi. Bir gece, gecenin sessizliğini de bozmadan usulcacık sohbet eder, ateşe odun atarken Hasan abinin eli kanamıştı. Dalgın ve hatta gülümseyerek bakıyordu elinden akan kana. Ben de öylece bakıyor ve bekliyordum. Sanırım benim bir şey söyleyeceğimi, beklediğimi hissetmiş olmalıydı ki elini kalbine koymuş ve şöyle demişti Hasan abi: “Kanayan yerim burası!”
 
Kendini anlatır insan, severken, özlerken, şikâyet ederken, görürken, yürürken… Kime yürürse kendine yürür insan. Kalp kalbe aşina değilse, kalp kalbe değmemişse, dağları delmek bile boşunadır. Sevgimiz; suyun çayır çimen kıldığı toprak olmalı. Aynı su isteksiz aktığında bırak çayır çimeni aynı toprağı bataklık yapıyor. Sevgimiz, dostluğumuz, insanlığımız özgürlük ve esenlik olmalı.
 
Kalbimize ve kollarımıza yakın gelen, bize gelmeli. İnsanlığımıza gelmeli. Kalbimize ve kollarımıza yakın gelen esenliğe ve aşka gelmeli Dağlım. Bir daha söyleyeyim, bize gelen diyorum, bizim gittiğimiz değil.
 
Yan yana olmamız, gizlilere sakladığımız bayram olurdu. Aldığım nefes yetmez olur, ne diyeceğimi bilmez olurdum. Ağlamaklı olurdum. Sanki saçlarım, sanki ellerim, sanki kirpiklerim gurbetten yanıyor, hasretten kırılıyor olurdu. Yürürdük. Konuşmazdık. Belki de konuşurduk da ben bir şey duymazdım. Ellerini tutunca dünyadan vazgeçerdim.
 
Özlüyorum demek karşılamıyor özlemek hissini. Bazen koyu bir yalnızlığın ve sessizliğin içine çekilip orada öylece kalmak istiyorum. Bereketli, üretken bir sessizlik, yalnızlık düşledikçe sese, kalabalığa dönüşüyor hayatım. Kollarım öksüz. Nankör olma, şikâyet etme diye sesleniyorum kendime. İnsan hep kazanmaz. İnsan da tohumdur, yağının çıkması için ezilmesi gerekiyor.

Günümüzü karanlık yapan insanların yanın da gecemizi aydınlık yapan insanlar var. Bir de hep tebessüm, hep hasret olanlar var.  
 
Bazen tek bir isteğin etrafında toplanıyor hayatımız. İş, şehir, sağlık, sevgi…  Ancak yine bu ve buna benzer seçenekler tek başına da yeterli olmuyor. Sevgi hasretle, sevgi daha yoğun paylaşmakla varlığını sürdürmek istiyor. İsteklerimiz bitmiyor.

Sahip olmak mı istiyorum var olmak mı? Zor bir soru. Aklımın ilk hilesi, sahip olmakla var olmanın bir arada olmasıydı. Ancak biliyorum ki bu mümkün değildi. Sahip olmak isteği ile var olmak isteği arasında gidip geliyor insan. Var olalım Dağlım; kadim ve kalıcı olmanın yolu var olmaya çalışmaktır.

Kazanmak kavramı dünyayı, mücadeleyi, nefsimi çağrıştırıyor bana. Kazanmak kavramını kibrimize kibrit çakan sayıyorum. Kendi iç yolculuğumuza devam edebilmek ve mutmain yaşayabilmek için daha az kelimeyle ve susarak yaşamayı becermesi gerekir insanın. İnsan zaaflarını biliyor, aşamadığı engelleri, artılarını, eksilerini. Ruhumuzun açlığı öylece duruyor. Kafeste tutuyoruz. Ancak öyle ki kafesin kırık yerlerinden kaçıyor her an. Ne mi yapıyoruz. Dünyanın albenili renklerinin peşine düşüp koyun kuzu oluyor, kalbimizden ve gerçeğimizden uzaklaşıyor, başkalarını suçluyor ve günlerimizi dolduruyoruz. Bütün bunların yanında elimizi tutan merhametli bir el… Bütün dünyanın boşluğunu dolduruyor.

İnsan, güzele dair yaptığını,  verdiğini, söylediğini unutmalı. Unutabilmeli. Daha bu eylemi yaparken, asıl veren Rabbimiz adına verdiğimizi aklımızdan çıkarmayarak unutmaya başlamalıyız. Güzel işlerimiz kıyamet öncesi dikeceğimiz fidandır.  Biz, fidan, toprak, her ne varsa Rabbimizin zaten. Tercihlerimizle yer tutuyoruz şu hayatın içinde. Sevmek de güzel ve erdemli bir tercihtir.
 
Yollardayım. Yoruldukça yeniden yola düşüyorum. Nankör olmamak ve kibre düşmemek için bir-iki dosta ihtiyaç var. Gönlümüzden tutan dostlarımıza selam olsun.
 
İnsanın sevdiğiyle yürümesi de masaldır bir bakıma.
 
Nasıl demiştik: Şükür düşer bize, birbirimize, çok şükür.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!
Gaziantep, İstanbul, Ankara
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi