Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Kime Geç Kaldı Şehir?

Kime Geç Kaldı Şehir?

“Yine geç kaldım” diyerek söylenmeye başladı… Hem üstünü başını giymeye çalışıyor, hem çantasındaki dosyaları kontrol edeyim diye bakınıyordu. Annesi, her sabah olduğu gibi arkasında koşturuyor “iki lokma bir şey ye be oğlum” diyerek yalvarıyordu. Koca adam, arkasından böyle koşulmasına bir anlam veremiyor, “anne yeter, geç kaldım zaten, bir de sen sıkboğaz etme” diyerek ofluyordu.

            Nereden baksan telaşlı, iç sıkıcı bir sabah üzeri işte… Bu yaşına gelmiş, daha bir gün telaş etmeden çıkamamış evden… Bir elinde ceketi, diğer elinde evrak çantası, anahtarını, cüzdanını, telefonunu kontrol ediyor diğer eliyle ayakkabısını giymeye çalışıyordu. Tüm bu hengâmenin içinde bir de ayağı takılıp sendeleyince gelmişti heyheyleri iyice.

            Annesi, çekip çıkardı bu iç karartıcı koşuşturmanın içinden adamı, adam demişsek biz diyoruz, annesinin küçük evladı… Avuçlarının içine alıp adamın yanaklarını, dilinde dua, üfleyip yüzüne doğru “hele bir sakin ol yavrum, güle güle git işine, acele işin hayrı olmaz” dedi lakin adamın ne kadarını duyduğu şüpheli…

            Kadın, oğluna baktı, gözlerinin içine; yılar önce kaybettiği eşinin bakışlarını aradı belki de. Adam fark etti bu bakışları “Anne, yapma şu vakitte” deyip geçiştirdi yâd etmenin fırsatını. Eşinin ölümünden sonra evlendirmişti şu delikanlıyı, geçinememişler bir yıl sonra dönüp gelmişti annesinin yanına. Ana oğul şehrin karmaşası karşısında tutunarak birbirlerine ömür tüketiyorlardı birlikte. Anne metanetle ve teslimiyetle bakıyordu da bizim oğlanda bir isyan bir öfke harbi alıp gitmişti.

            Apartman dairesinden çıktı, kocaman sitenin kocaman bir binası işte neredeyse bir köy kadar insan yaşıyor ve neredeyse her sabah her kapının arkasında aynı telâşe… Komşusu ile karşılaştılar, kapı komşu yani, selam mı verdiler başlarıyla yoksa görmezden gelmenin kaçışı mı bu? Güvenlik görevlisi elini başına götürüp iki parmağıyla bir daire çizdi havada. Sahi ne demekti bu?

            Sokaklar, caddeler uykuya doyamamanın derdinde sanki. Şehir büyük bir gürültüyle uyanmıştı güne, tıpkı bizim oğlanın evden çıkışı gibi, telaşlı, geç kalmış ve bir şeylere öfkeli idi. Homurtusu arabaların, bağrışları kornaların, işportacıların canhıraş yırtınmaları, puslu bir hava… Sahi şehir neye ve kime geç kalmıştı?

            Adam hızlı adımlarla otobüs durağına yürüdü, evden çıkarken gözlerine dalıp giden annesinin bakışlarını hatırladı, ince bir sızı gelip sıvazladı yüreğini. Geriye dönüp öpse mi elini? Karasızlığın elinden kurtulmaya çalışırken gelip bir çocuk çarptı, ne varsa düştü elinden, çantası açıldı, evraklar dağıldı. Adamın heyheyleri zaten üzerinde, uflayıp pufladı, çocuk fark etti durumu, hemen topukladı.

            Köşe başında sokağın simitçisi, çoktan hazır etmiş adamın sabah kahvaltısını, uzattı gazete kâğıdında iki gevrek simidi. Durak kalabalık, yüzler aşina da tanıdık değil, bildik değil kim kimdir, necidir? Şoför de mi heyheylinmiş nedir, suratında ağır bir kasvet havası, dokunma hiç. Zaten kimse ne bir günaydın dedi ne bir selam verdi.

            Tıkış tıkış dura kalka iç sıkıntılarıyla geçti onca yol. Adamın aklında annesinin bakışları… Böyleyken dalıp kaçırdı ineceği durağı, indi iki durak yürüdü geriye doğru, sinirden gözleri seğiriyor. “Daha gün yeni başladı dostum” dedi kapıda bir dilenci. Durdu, böyle hızla akıp giden hayatın bir lahza vakti çakıldı olduğu yere. Gün daha başlamadan yorulmuştu insan, yormuştu şehir.  “Bu şehir her sabah neden bunu yaşıyor, neden bu şehirden farkım kalmıyor” diye düşündü. Cevaplamadı soruyu. Bıraktı soruyu öylece orta yerde.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi