Kahve acı da olsa…
Seher vaktiyle çıkmıştı evden, ayaklarının diretmesine rağmen yine yürümüştü o patika yolu ve yine dua etmişti kabrin başında. Dönüşte küçük bahçesindeki çiçekleri sulamış, ahşap kapının önünde eğleşip her zamanki yerine oturmuştu. Kocası, ikisi için yapmıştı bu yeri; iki meşe kütüğü karşılıklı konmuş halde… Kendisi de eski kilim, kumaş biraz da yün, birer minder yapmış koymuştu üstlerine, bu kapının önünde hürmet ve muhabbetle yıllar geçirmişlerdi. Eşinin ölümünden sonra kapı önündeki iki kütükten biri sahipsiz kalmıştı. Kadın hiç elletmedi o iki kütüğü ve hep kendi yerinde oturdu.
İki elini bastonunda birleştirmiş, çenesini üzerlerine koyup dalmıştı yine uzaklara. Kavakların sesi ve hafif bir güz esintisi gelip sıvazladı yüzünü. Beyi olaydı şimdi, “kalk hele hatun, dokunmasın bu rüzgâr” derdi. Dinledi yine Bey’ini, gelinlik zamanından kalma el örgüsü şalını düzeltip, elini beline dayayarak kalkabildi yerinden. Kırmızı, uzun, ince bir sicimin ucuna bağlı büyükçe bir kilit çıkardı cebinden ve yine besmele ile açtı kapıyı.
Üst kata çıkan, ahşap merdivenlerin ilk basamağına oturdu. Bastonunu duvara dayayıp derin bir nefes aldı. Sabah güneşi hayatı doldurmuş, çamur sıvalı duvarlarda gölgeler oluşmuştu. Eski köy evlerinde “hayat” denir ilk girişe ve buradan başlar evin hikayesi. Gelin gelir hayatta kırar testiyi, gelin çıkar, hayatta kalır gözü yaşlı annesi. Üç kızı da gelin olup bu hayattan çıktı gitti. Bey’i de göçüp gittikten sonra bayram sabahlarını bekler oldu torunlar gelip hayatı doldursunlar diye.
Hatıralarını basamakların dibine koyup ellerinin yardımıyla merdiveni çıktı. Kahve vakti çoktan gelmişti. Yaş kemale erip bir kör bir ayvaz kalınca şu koca evde, ağız tatları olmuştu birer fincan kahve. Evin cumbası, uçuşan perdeler, ahşap parmaklı pencereler yıllar geçtikçe demlenen bir sevda, bitmeyen hürmet ve tadında iki kelam sohbet…
Küçük gaz ocağı, tam iki fincanlık bakır cezve ve çeyizden kalma, baba hediyesi iki fincan duruyor şimdi önünde. Kahveyi el değirmeni ile evin Bey’i çeker, adam orta kadın sade sever. Şimdi kadın yalnız, cezve yalnız, tek fincanlık kahve pişecek lakin fincanlar yine iki tane. Kadın hiç değiştirmedi bu kahve düzenini, bakır tepsinin üzerinden o iki fincan hiç eksik olmadı, adam ölüp gitti diye kaldırıp bir kenara koymadı “hatıran var bey” deyip her sabah o fincanla dertleşti.
Fincanlardan birinin kulpu kırık, diğerinin rengi solgun. Vaktiyle yine bir kahve kokusu sarmışken evin dört bir yanını, adam elinden düşürüp kırmıştı fincanı. Kahve döküldü, kilim leke yaptı ama kadın ne lekeye ne kilime üzüldü. Fincan baba yadigarı, düğününden kalma çeyiz parçası. Adam mahcup oldu, özür diledi, istemese de kadın kırıldı içten içe. Allah var bir şey demedi, üzüldüğünü hissettirmedi ama birkaç gün küsmüş gibi yapmaktan da geri durmadı. Adam latifeler yaptı, kadın biraz nazlandı, üç gün geçmeden, adam güzel bir kadife kumaş getirtti şehirden. Bir kahve vakti gülüştüler yeniden.
Konu komşuya letafet oldu bizim iki ihtiyarın kahve vakitleri. Gelenleri eksik olmadı, kâh sohbet etmeye geldi birileri kâh bir fincan kahve istedi komşuluk gereği. Adam el değirmeninden kahve çekmeye devam etti kadın ocakta kahve pişirdi. O sapı kırık, ağzı hafif çatlamış fincan, tepsinin üzerinden hiç eksilmedi. Kederlerini ve hüzünlerini, sevinçlerini ve gülüşlerini aynı cezvede demleyip hayatı paylaşır gibi bölüştüler iki fincana.
Kadın yine dalıp gitmişken kahvenin acısıyla mazinin demlerine kapı tokmağının sesiyle irkilip geldi kendine. Kapıda kardeşliği Güllü Kadın… Sesini yükseltip bağırıyor misafir “ahretlik, bacım koydun mu kahveyi, aç hele iki laf edelim.” Kadın mütebessim, şükür yine çaldı kapısı bugün. Kırık fincan kendisine kaldı, misafire diğer fincan.
Çok uzun olmadı o iki katlı evin kapısı kapanalı. Kadın, yoldaşı, adamı, evinin direği göçüp gittikten sonra bu aleme alışamadı. Geçirdiği ikinci kalp sektesini kaldıramadı.
Son güne kadar kahve kokusu eksik olmamış, iki fincan tahta tel dolapta, bakır cezvenin yanında yan yana kalmış. Şimdi biri kırık iki fincanı elinde tutan ben, bu hikâyeyi bilerek ne yapacaktım? Ömür boyu ayrılmamış bu iki güzel insanın iki güzel hatırası ile… Aynı cezveden aynı hisleri aynı muhabbetle bölüştüler iki fincan içinde. Baktım olacak gibi değil, iki fincanın hatırası yeter deyip, mezarlığa vardım. Yan yana iki kabir; kırık saplı fincanı adamın, rengi solmuş fincanı kadının kabrine sabitleyip içlerine su bıraktım. Üç İhlas bir Fatiha okuyup oradan ayrıldım.