HAYAT BİR FİLM SAHNESİ
İnternette fenomen bir görüntü vardı. “Piston aşağı indi” diyen Dolmuş Şoförü. O anda onlarca yolcu birbirlerini ezerek izdihamla aşağıya iniyorlardı… Mustafa Özdemir’in tabiriyle 10 Şubat Sevgililer Günü için Aday adaylarının yaşadığı izdiham bana o sahneyi hatırlattı… Aman kaçırmayalım diyenlerin öyle bir hızları var ki…
Taşlanan bir meyve ağacı gibi bugünlerde siyaset… Dallarından düşenleri yakalamaya yetişemiyorsunuz…
…..
Onlarca isim sayılabilir ama bazıları bir bakıma sembol... Siyasete hazırlananlar arasında bulunanlardan bazılarının, adaylık için istifa etmeleri, bana ‘Çağrı’ filmindeki Uhud Savaşı sahnesindeki okçuları anımsattı… Her ne olursa olsun bazen bulunduğunuz yeri terk etmemeniz gerekmiyor muydu…?
Her ne pahasına olursa olsun…
Yoksa kaybederdiniz, kaybederdik…
…..
Ancak aralarından öyle aday adayları da var ki, tam anlamıyla ‘127 saat’ filminin kahramanı gibi… Sıkıştığı çölden kurtulmazsa şayet, oracıkta göz göre göre ölecek adamcağız… Kolunu kesme pahasına, zincirlerinden kurtulması gerekenler de var anlıyorum… Bazıları için ‘bürokrasinin bir kapan’ olduğunu da kabul ediyorum.
Ancak Önder Hoca’nın dediği gibi ‘Siyaset Memur işi değil’ diye düşünenlerdenim…
….
Bir taraftan da ‘Zübük’teki Kemal Sunal’ı, ‘Koltuk Belası’ndaki Kemal Sunal’ı, ‘Deli deli küpeli’deki Kemal Sunal’ı anımsatanlar var… Ve Tosun Paşa’ya, Sahte Kabadayı’ya, Umudumuz Şaban’a da benzeyenler… Umudumuz bunların hangi partiden olursa olsun erken fark edilmesi…
….
CHP’nin iktidar hayali beni şu Japonya metro durağında ölene kadar sahibini bekleyen Haciko’nun hikayesi kadar duygulandırıyor. Tek parti döneminin muhteşem günlerine dönmenin hayaliyle yanıp tutuşmasına rağmen, kılını kıpırdatmayan, oturduğu yerden eski mutlu günlerin gelmesini bekleyen bir CHP manzarasından hislenmemek elde değil…
O “akita” nın hazin dolu hikayesi çok başarılı yapımlara da konu oldu. Onları tekrar tekrar izlemek hislendirse de beni, yapımın başarısı bakımından keyif veriyor…
…..
Hoca’nın, her ne kadar bilgi, birikimi ve tecrübesi olsa da, karşısındakilerin durumunu ve onlarla mücadele azmi ve şevki bende ‘Gladyatör’ filmini izliyormuş hissi veriyor… ‘Arenadaki’ dövüşlerde ki gibi ‘yalnız olmayan bir yalnızlık’ içinde… Ve koca dünyaya karşı tek başına aslında…
….
ABD’li Müsteşar’ın Konya Üniversitelerinde dolaşmaları bana ‘Arabistan’lı Lavrance’ filmini anımsatıyor mesela. Adamların hiçbir şeyi sıradan düşünmedikleri ve hiçbir şeyi gelişigüzel yapmadıkları şeklindeki düşünceme çoğu zaman engel olamıyorum… Niye geldi, neyi görüştü, amacı neydi… Bayram değil seyran değil, niye geldi şimdi bu adam…
Kendimi 68 kuşağı gibi hissediyorum… Bir Amerikan filosu getirin bana...
……
Bürokrasiden nefret etmeniz için illa bir film izlemeniz gerekmiyor ama, ‘Buried’ filminden sonra nefret etmeniz için başka bir nedene ihtiyacınız olmayacak… Suçlu, suçsuz herkesin ve her şeyin birbirine karıştığı son dönem Türkiye’sini ‘Leon’ da bulabilirsiniz… Seçim sonrasında meclis kapanına sıkışanlar ‘Novaya zemlya’ daki mahkumlar gibi… ‘Pi’ Facebook’taki kerameti kendinden meçhul Hocaefendileri, ‘The Prestige’ HDP ile MHP’nin mücadelesini, ‘La Habitacion de format’ 7 Şubat sonrası Türkiye’yi, ‘Hotel Rwanda’ İsmi kan, gözyaşı, ayrılıkla özdeşleşen Ortadoğu ülkelerini ve üzerlerinde oynanan oyunları anımsatıyor…
Vs. vs. örnekleri daha da uzatmak mümkün…
‘Gerçek Hayat’ baştan sona film sahnelerinden farksız aslında…
Çekenin, neyi, nasıl kodlandırdığından ziyade, sizin ondan ne anladığınız ve çıkarımlarınız daha önemli…
Senaristimiz belli, önemli olan da bizim filmi nasıl yönettiğimiz…
Ve diğer önemli konu da “Akademinin” Oscar’a aday gösterdiklerinden ziyade, bizim Oscar adaylarımız… Çünkü onlar olaya teknik ve politik bakar, biz duygusal…
Bende bu yazımla ‘Nereden, nereye’ Oscar’ı adayıyım…