İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Hasan Hocam. Canım öğretmenim!

Hasan Hocam. Canım öğretmenim!

Trabzon’dan kalkıp Sakarya’ya gelmiş beş çocuklu bir aileydik. Anne ve babam daha önce de gelmiş ve geri dönmüşlerdi fakat bu kez geri dönülmemek üzere Sakarya’ya gelinmişti. O günlerde gurbet olan Sakarya daha sonra memleketimiz olacaktı. Beş yaşlarındaydım. Beşkardeştik ancak en büyük ablamız Emine,-üç yıl sonra o da yanımıza gelecekti-  Trabzon’da, dede ve ninemizin yanında kalmıştı. O yıllarda yedi olan evdeki insan sayısı, on yıl sonra on bir olacak, Ömer Osman, Atilla, Ayfer ve ardında da Fatma doğacak, babamız gurbet artı gurbet olan Almanya’ya gidecek, bizler okul okumaya başlayacaktık.
 
İlkokulumuz çok da yakın olmasına rağmen, yeni bir şehir ve muhitte olmanın endişesiyle olacak, babam, bir yaş büyüğüm olan Şaduman ablamın yanında okula gidebileyim diye yaşımı büyültmüştü. Orta ikinin sonuna kadar ablamla kâh yan yana –bu da yalnız bize hastı, abla kardeş aynı sınıfta okuyan yoktu çünkü ve kız öğrenci ile erkek öğrenci yan yana oturamazdı- kâh ayrı sıralarda, yedi yıl aynı sınıfta okuyacaktım. Bu yedi yıl içinde, bir iki dönem hariç, ablam, sınıfın hem en çalışkanı ve başkanı olurken ben en tembellerin arasında yerimi alacaktım. İşin ilginci tembelliğimi hiç de dert etmezdim, ortaokulda ki Türkçe dersimiz hariç.
 
Türkçe öğretmenimiz, o dönem Hürriyet gazetesinde karikatür çizen –yani meşhur bir şahıstı- Semih Balcıoğlu’nun ağabeyi Hasan Balcıoğlu’ydu. Okulun en yaşlı öğretmeni olmasının yanında en saygıdeğer, hürmet edilen insanıydı. Kibar ve nazikti. Tertemiz giyinirdi. Sakarya’nın birkaç köklü ailesinden birine mensuptu. Her seferinde beni teşvik eder, yalnız ablamla bana has usulle de beni tehdit ederdi. Ablam ile en azından aynı notu almam gerekiyordu ve bu hiç mümkün olmadı. Sınav notları açıklandığında ne olacağını bilirdim. Hasan Hocamız sınav ve aldığımız notlar üzerine birkaç kelam eder, sonra, gerçekten üzgün, başarılı olamamış bir insanın samimi yüz ifadesiyle beni tahtanın önüne çağırır, tekrar tekrar üşenmeden birkaç kısa cümleyle –yolumun yol olmadığını istersem yapabileceğimi anlatır- sonrasında da ablamı çağırırdı. Şaduman gel, İbrahim’e bir tokat at derdi. Ablamdı. Evde ikinci annemizdi. Ben ve diğer bütün kardeşlerimizde çokça emeği olandı. O günden bu güne hepimizin saygı ve hürmet duyduğumuz insandı. Ondan tokat yemek ağrıma gitmezdi gitmesine ya sınıfta, arkadaşlarımın önünde olmasaydı. Ablamın da bu işten çok mutlu olmadığını hissederdim hissetmesine ya, Hasan Hocamızı herkes gibi bizde çok severdik. Ablamda tahtanın önüne gelir, uygun bir şekilde yanağıma tokadı patlatırdı. Hasan Hocamız, ne bana ne de bir başka öğrenciye tokat atardı. Sesini yükselterek bağırdığını bile hatırlamıyorum.
 
Bu tokat sahnesi, her yıl, birkaç kez tekrarlanıyor olsa da alışmam mümkün değildi. Hadi erkek arkadaşlarımın kızdırması neyse de kızların önünde bu duruma düşmek içler acısıydı!
 
Aradan koca bir ömür geçti. Daha sonra binlerce insan tanıdım, yüzlerce hikâyem oldu. Ancak nasip olur da ahirette Hasan Hocamla karşılaşacak olursam, o güzel insana söz verecek, onun en iyi öğrencisi olacak, hakkını helal etmesini isteyerek, ağlayarak ellerini öpeceğim.
 
Kendi kalbine dokunmaya çekinen, kendi kalbinin gizli ve karanlık odalarına girmeye korkan, kendi kalbini keşfetmeyi hep sonraya bırakan insanlar olarak bir başka insanın kalbinde yer almaya çalışmak da –fiziki ihtiyaçlardan bahsetmiyorum- sanki bu topyekûn korku ve endişemizi gidermek istemenin bir başka yolu. Bu, çaldırmaktan korktuğumuz bir ziyneti saklaması için bir başkasına vermeye benziyor. Korktuğumuzda elimizi tutsun, düştüğümüzde yerden kaldırsın, hata yaptığımızda merhamet göstersin ve affetsin, yorulduğumuz da yüreklendirsin, ağladığımızda yanımızda olsun, gözyaşımızı silsin, mutluluğumuza ortak olsun, acizliğimizde sarıp sarmalasını diliyoruz. Bunları ve daha fazlasını istediğimiz içindir ki sevilmek istiyoruz.
 
Güzel ve temiz giyinmek, nezaketle konuşmak olması gereken fakat bazen giydiklerimizde, konuştuklarımız da, yaptığımız diğer günlük eylemlerimiz de, insan olmamızın gereği kadar sevilmek isteğimizin de dışa vurumundan başka bir şey değildir. İnsanoğlu sevgiye açtır!
 
Cinsiyetimiz, yaşımız, sosyal durumumuz ne olursa olsun, hepimizin için geçerlidir. İçimizin gizli bir köşesinde bizi maziye, bizi çocukluğumuza bağlayan kopmaz bağlar vardır. Bunun içindir ki çocuklara büyüklerden on kat fazla dikkat edilmeli ve ihtimam gösterilmedir. Anne ve babalarımızın gördüğü şeylere bakmak, ellediği şeylere dokunmak, hele de yaşımız ilerleyip anne ve babamız ahirete göç etmişse, bizlere tarifsiz bir mutluluğun yanında, gözlerimiz dolu dolu iç çekmeler verecektir.
 
İnsanoğlu sevgiye açtır ve bunun içindir ki sevmek sevilmekten on gömlek üstündür. Bu, kendi aç olmasına rağmen bir başkasını doyurmak, kendi üşümesine rağmen üzerindeki çıkarıp bir başkasına giydirmek, kendi ihtiyaçlarını yok sayıp, saymadan ve hesap da yapmadan elinde ve yüreğinde olanı o “başkasına” sunmanın adıdır sevmek. Evet, tam da kendi muhtaçlığını unutup, bütün imkânlarıyla muhtaç olan “o bir başkasının” etrafında pervane olmanın adıdır sevmek.  
 
Hasan Hocam. Canım öğretmenim! Çocuktum, tembeldim; kendimi mahcup ediyor, senin umudunu da boşa çıkarıyordum. Pişmanım. Seni hayır duayla anıyor, tüm öğrencilerin adına ellerinden öpüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi