Gökler bir Kartalı daha çekti
Elinde beyaz bir poşetle sokaklarda yürüyen hali kazındı hafızalarımıza. Eminim o kadim sokaklar biliyorlardı onları ezip geçen ağır yükü… Ama yanından geçip giden insanlar bi haberlerdi. Oysa bir külliyat yürüyordu yanlarında. Öyle sade, öyle sessiz…
“Diriliş Neslinin Amentüsü” kaç neslin dirilişine vesile olacak kim bilir?
“Mona Rosa” daha kaç aşığın yüreğini yakacak kim bilir?
Sayın Cumhurbaşkanımızın mücadelesiyle özdeşleşen “Ey Sevgili” milyonlarca gönle daha ne kadar dokunacak kim bilir?
Evet; Şair, yazar, mütefekkir Sezai Karakoç geçtiğimiz gün 88 yaşında vefat etti...
Zor zamanlarda hep büyük bir “Diriliş” mücadelesi vermişti. Diriliyoruz dediğimiz son yirmi yılda kıymetini bilebildik mi bilemiyorum…
Bakın okul arkadaşı Cemal Süreyya ne demiş Karakoç için; “Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir Nietzsche de bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur. Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçak gönülle katı yüksek uçuyor. Şemsiyesi yok.”
Benim haddime değil Sezai Karakoç’u anlatmaya çalışmak. Ben sadece üzüntümden yazıyorum.Yasaklı, hor görülen, dışlanan zamanlarda kısıtlı imkanlarla bir şeyler yapan, bir mücadeleye vesile olan insanların bugün imkanların bolluğunda baş tacı olmaları gerekirken yitip gitmelerine üzülüyorum.
Sezai Karakoç’un çok sevdiği üstad Necip Fazıl Kısakürek’in vefatından sonra kaleme aldığı “Göklerin Çektiği Kartal” başlıklı yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle.
“Altmış yıl durmadan dinlenmeden bin bir çile içinde, eserler vererek, mücadeleler yaparak milletinin varoluş savaşında yerini alan bir millet büyüğü, düşünce ve edebiyat hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi, yerinden oynamaz üslubuyla kendini edebiyat tarihine hâk eden kalem, Üstad Necip Fazıl, aramızdan sıyrılıp, adeta bir kuş gibi uçup gitti.
Fanilik arkadadır artık.
Dev sulara karşı bir ömür boyu gerilmiş kollar düştü.
Ve yüz yılımıza şeref olan şiir saati, durdu.
Ve doğru, iyi ve güzel için yükselen ses sustu. Yankıları çağların ufkunda çınlayacak.
İslâm’ın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas, gevşedi.
Atalarımız bir an için ebedi meşgalelerini bırakarak bizim bu dünyamıza doğru dönüp baktılar: ‘Kim geliyor? Bu gelen kim?’
Ey ölüm, sen ne sırlı bir güçle donanmışsın ki, en yalçın kayalıkların tepesinde, zamanın üstünde dimdik duran kartallar bile avın olur. Gök şahini ağına, tuzağına düşer.
Çağdaş bir destandı, bir kahramanlık destanıydı, sonuna nokta konan. Ama bu bir ara noktasıdır. Destanın öbür yüzü bundan sonra söylenecek.
Dünya çağının bu ikindisinde ne büyük gölgeydi vurdu karşı ufuklara, güneşin doğduğu ufuklara.
Evet, bir kahraman düştü toprağa. Bir kez daha bin kez daha yeşerip boy atacak bir tohum olarak.
En önde koşan atlının atı kapaklandı. Ve en birinci süvariyi toprak bağrına bastı. Herkeslerden daha çok seven ana gibi.
Gaib, onu ‘kurcalayan çilingir’i, ‘canlı cenazeler’in üstünden aşırarak gözlerden gizledi. O gözler ki zaten görmüyorlardı.
Ve perde kalktı. Ten maskesi sıyrılarak, ruh, potada saf altına kalboldu.
Kartal süzülüp gitti, sonsuz göklerde kayboldu.
Bize ne düşer, bütün bu manzara karşısında, susmaktan başka.”
Ve bir kartal daha süzülüp gitti, bize de artık susmak düşer…
Allah rahmet eylesin…