Doğru peygamber algısı verebiliyor muyuz?
Geçtiğimiz hafta Mevlid-i Nebi haftası idi. Mevlit kandili dolayısıyla bir konuşma dinledim ve “Yarabbî! Bu kürsüleri uydurma ve bidatçilerin zehirli sözlerinden kurtar” diye tâ gönlümün derinliklerinden dua etmek zorunda kaldım. Hatip; besmele, hamdele ve salveleden sonra “Ey Muhammed! Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” uydurma hadisiyle söze başladı ve yaklaşık 40 dakika konuştu.
Muhakkak camilerin daha cazip hale gelmesi, biraz da kürsü ve minberlerde anlatılan konularla yakından ilgilidir. Din dilinin güncellenmesi, hurafe, bidat ve uydurmalardan arındırılması gerekir. Çünkü din dili, dinin zamana ve insana taşınmasında çok önemlidir. Günümüz Müslümanlarının en temel meselelerinden biri, din dili meselesidir. Din eskimez ama dil eskir. Babaları ve dedeleri ikna eden dil, bugün artık evlatları ve torunları ikna etmiyor. Yeni din dilimiz; taklide değil, tahkike, uydurma rivayetlerden uzak olarak hakikatin ta kendisine dayanmalıdır.
“Devlet başkanı olarak, cemaat lideri olarak, kadı/hâkim olarak, ordu komutanı olarak, imam olarak, baba olarak, dede olarak, eş olarak Peygamberimiz” veya “Peygamberimiz ve Çocuklar”, “Peygamberimiz ve Gençler”, “Bir Eğitimci Olarak Peygamberimiz…” gibi örnek alacağımız bir sürü başlık varken, uydurma sözlerle Rasûlullah’ı (sav) tanıtmak artık cami cemaatini ve özellikle gençleri tatmin etmiyor ve bu yönüyle camilerimiz cazibe merkezi olamıyor. Camilerimizdeki hatipler, artık tahkik ehli olarak rivayetlerin doğrusunu yanlışından, sahihini sakiminden ayırt ederek hurafe ve bidatten arınmış yeni bir din diliyle cemaatin huzuruna çıkmalıdır. Hele bu hatipler müftü veya vaiz iseler ağızlarından çıkan söze çok dikkat etmeliler. Onlara düşen “Doğru Dini” ve “Doğru Peygamberi” anlatmaktır.
Bugün, elinize bir mikrofon alıp “Peygamberimizi nasıl tanıyorsunuz? Bize kısaca anlatır mısınız?” diye klasik vaizlerimizden beslenmiş cami cemaatine sorsanız, alacağınız cevap; “Efendimiz, çok insancıldır, rahmet peygamberidir. Bilal-i Habeşî’ye ezan okutturup beş vakit namazı vaktinde kıldıran, görevine bağlı bir peygamberdir. İyi bir aile reisidir. Yetimi korur, yoksulu sevindirir…”
Mikrofonumuzu Fatih Çarşamba’daki veya İskender Paşadaki Müslümanlara uzattığınızda herhalde şu cevapları alırsınız: “Peygamberimiz, teheccüd namazını hiç ihmal etmezdi. Ayakları şişene kadar kıyamda dururdu. Doyasıya yemek yemezdi. Günlerce midesine sıcak çorba girmediği olurdu. Açlıktan karnına taş bağlardı. O, bir gönül insanıydı. Bu dünyada kendini, bir ağaç altında gölgelenen yolcu gibi görürdü…”
Mikrofonumuzu “Radikal” diye bilinen Müslümanlara uzattığınızda da şu cevapları alacağınızdan emin olabilirsiniz: “O, savaş peygamberidir. Müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Yirmi dokuz savaşa başkomutanlık yapmıştır. Kınayanın kınamasına aldırmadan tebliğini sürdürmüştür. Zilletten kurtulmak ve izzeti muhafaza etmek için devletini kurmuş, Arap yarımadasına hâkim olmuştur…”
Bu söyleşiyi sürdürdüğünüzde her grubun kendi penceresinden bir “Peygamber profili” ortaya koyacağını görürsünüz. Ama bunlar, Rasûlullah’ı bir bütün olarak yansıtmayacaktır. Yukarıdaki sorumuza aldığımız cevapların hepsi doğrudur. Ama Rasûlullah’ı olduğu gibi yansıtmamaktadır. O, grupların kendi penceresinden göstermeye çalıştığı gibi değildir. O’nu günümüze taşırken, kendi durduğumuz yerden değil de “ne ise o, olarak” bütün cepheleriyle taşımalıyız. İşte bütün özellikleriyle Rasûlullah’ı tanımlarsak, tam olarak şöyle bir “Peygamber profili” ortaya koyabiliriz:
“Rasûlullah (s.a.v), Ahzab suresi 21. ayeti gereği model insandır. ‘Yüce bir ahlak üzere’dir. (68Kalem:4) Kur’an’ın ete-kemiğe bürünmüş şeklidir. Yürüyen Kur’an’dır. ‘Ey örtünüp bürünen, kalk ve uyar’ (74Müddessir:1-2) emrini aldıktan sonra topluma açılmıştır. Kemikleşmiş şirk dinine inanan Mekke aristokratları ve onların taraftarlarından şiddetli tepki görmüştür. Bu şiddet ortamında şartlara teslim olmayan Rasûlullah, Erkam (r.a)’ın evini, insan yetiştiren bir atölyeye dönüştürmüştür.
Hicretten sonra, Medineli Müslümanlar, Yahudiler ve müşrik Arapların ortak onayı ile tarihte ilk defa olarak yazılı anayasa yapıp, ilk nüfus sayımını gerçekleştirmiş ve sınırları belirleyerek Medine site devletini kurmuştur. Bu devletin önce yüreklerde yerini alması için Mekkeli Muhacir ile Medineli Ensar’ı kardeş ilan etmiştir. Ensar, bütün mal varlığını Mekke’de bırakarak “Dâvâ göçü”yle Medine’ye gelen Muhacir kardeşleriyle malını yarı yarıya paylaşmıştı. Böylece önce yürek devleti kurulmuştu.
O, bir tevazu örneğidir. Yanında heyecanlanıp sesi titreyenlere ‘Ben, kral değilim. Mekke’de kuru et yiyen bir kadının oğluyum’ diyerek ‘rahat olun, heyecanlanmayın, ben de sizin gibi bir insanım’ (İbn-i Mace, Et’ıme, 30) mesajı veren hak ve halk adamıydı. O, gece âbid, gündüz mücahiddi. O, hem Allah’a karşı kulluk görevini hakkıyla yapan, hem de topluma karşı görevini yerine getiren bir peygamberdi. O, hem barış, hem rahmet, hem de kılıç peygamberiydi. Ama rahmeti, kılıcına galipti. ‘Savaşı arzulamayın, Allah’tan afiyet dileyin, karşılaşacak olursanız direnin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir.’ (Buhari, Cihad,156; Müslim, Cihad,20) diyerek, savaşı bir gaye değil de, başka bir seçenek kalmadığında, başvurulan en son çare olarak gören bir peygamberdi.
Devlet idaresi için çeşitli kademelere görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri çok genç olsalar da -soylu ailelerden olmasalar bile- görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak ‘Allah’a isyan olan yerde kula itaat yoktur’(Buhârî, Âhâd 1; Müslim, İmâre 39-40) buyurarak, hakka ve hakikate uymayan konularda, halkın itaatle sorumlu olmadığını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde Emire itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.
O, evde iyi bir aile reisi, toplumda iyi bir cemiyet adamı, camide iyi bir imam, mahkemede âdil bir kadı/hâkim, Mekke’de cemaat lideri, Medine’de devlet başkanıydı...”
Görüldüğü gibi O, hayatın her kesitinde vardı. Dolayısıyla Muhammedî bir hayat için, hayatımızın her diliminde O olmalıdır.
Rasûlullah’ı doğru anlayabilmek için Peygamber Efendimizin 23 yıllık hayatını bir bütün olarak değerlendirmek zorundayız. Önünü, arkasını ve şartlarını görmezden gelerek, herhangi bir uygulamasını cımbızla çekip onun üzerine külli kaide inşa etme yanlışına düşmemeliyiz. Rasûlullah’ın hayatı, merhalelerle/aşamalarla doludur. Her merhalenin kendine özgü şartları ve özellikleri vardır. Hareket hattını belirlerken bu şart ve özellikleri göz önünde bulundurmuştur. “Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez” (2Bakara:286) ayetini hayatının merkezine koyarak ümmetine sorumluluklar yüklemiştir.
İşte Peygamber Efendimizi günümüze taşırken ve O’nun hayatından “Hareket Fıkhı” oluştururken, O’nun yaşadığı sosyal, siyasi ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak, nasıl hareket ettiğinin iyi tespit edilmesi gerekir. Yoksa İslam’ı ideolojileştirmiş, Peygamberimizi de ideolojimize alet etmiş oluruz. O’nu doğru okumazsak yanlış bir peygamber algısı ortaya koyarız. Bu da Rasûlullah’a yapılmış en büyük kötülüktür ve istismardır.
“Camilerimiz; mihrabıyla bir mabet, kürsüsüyle bir mektep, minberiyle bir devlettir” gerçeğini hiçbir zaman unutmadan, orada doğruları anlatmak boynumuzun borcudur. Orasını bir ekmek teknesi olarak görmeyip laik sistemi koruma kalkanı ve uydurmaların uçuştuğu bir alan olmaktan kurtarmalıyız. Gerisi lâfı güzaf.