Musab Seyithan

Musab Seyithan

Bugünü, dün ile anlamlandırmak

Bugünü, dün ile anlamlandırmak

Tarihin garip cilvesidir ki, neslimiz içerisinde geçmişi, kendileri için yüz karası görenler olduğu gibi, tarihî mefâhirimizi olduğundan fazla gösterip kutsayanlar da vardır. Zihinlerimizi her iki aşırılıktan da kurtararak dünü, bugüne taşırken ya da bugünü dün ile anlamlandırmaya çalışırken, taşları yerinde kullanmalıyız. "Tarih, ne övünmek ne de yerinmek içindir." Tarih, ibret alındığı ölçüde bir mana ifade eder.

Laik bir sistemin göğsünden emerek beslenen bir neslin değer yargısına göre; "Biz cumhuriyetle doğduk, onunla varız ve onunla varlığımızı devam edeceğiz." Hâlbuki Müslüman Türk milleti olarak bizim mazimiz bu kadar köksüz, bu kadar güdük değildir. İslam’la müşerref olduktan sonra O’nu dört kıtaya taşıma şerefini üzerimizde taşımaktayız. İslam’a hizmet etmiş olan geçmişimizi hayırla yâd eder ve onlar gibi olmaya çalışırız. Hatalarını bir tarafa bırakır doğrularını günümüze taşırız.

Dünün değerleriyle, bugünün değerlerinin iyi tahlil edilmesi gerekir. Dünün insanı, ezici çoğunluğu ve hâkim otoritesiyle, İslamî değerlerin neşvü nema bulması, devamlı gönderde kalması, dünyaya sulh ve sükûnet getirmesi için malını, canını, devletini ve ordusunu ortaya koymuşken; bugünün insanının çoğunluğu ve hâkim bürokrasisi de malıyla, canıyla, laik devlet ve ordusuyla İslamî değerlerin devlet organlarında yer almaması için seferberdir.

Bütün bu hal ve şartlarda, geçmişteki değerlerimizle bugünü buluşturmak ve barıştırmak için köprüler nasıl kurulmalı, yeni neslimize yaklaşımımız nasıl olmalıdır?

Sağır sultanlar bile duydu ve biliyor ki, tek partili dönemde neslimizi "RUH KÖKÜNDEN" uzaklaştırmak için her türlü operasyon uygun görülmüştü. Vitrinde Müslümanlar boy göstermeye başladığı zaman "irtica" tehlikesi vaveylasıyla ortalık "derin devlet" tarafından toz duman içinde bırakılmıştı. Dinî eğitim veren kurumlar kapatılmış, cenaze yıkayacak adam bile bulunamaz hale gelmişti. Yükselen İslamî değerlerin önü hemen kesilmişti. Bütün bu olumsuz dayatma ve yıldırmalara rağmen İslamî değerler toplumdan sökülüp atılamamış, kalplerde ma’kes bulmasının önüne geçilememiştir.

Tek tip insan yetiştirmeyi hedef alan resmî ideolojinin, tezgâhından geçirdiği insanımızın içerisinden, imalat hatası olarak çıkan, İslam’ı bütün boyutlarıyla algılamış ve kamuya mal etmeye çalışan Müslümanlarımız vardır elhamdülillah. İşte bizler bu imalat hatasının ürünüyüz. Allah’tan bir lütuf olarak "Dinin ibadetle ilgili kısmını kabul, muamelatla ilgili kısmını da zamanın değişmesiyle medeni kanun onun yerine geçmiştir." diyerek reddeden kişilerden olmayıp Allah’ın, Rasûlü ile gönderdiği Kur’an ve sünnet temeline dayalı yüce İslam’ın Kıyamete kadar "çağlar üstü mutlak bir nizam" olduğuna inanan Müslümanlardanız. Allah korusun, bizler de resmî ideolojinin istediği gibi olabilirdik.

Dolayısıyla dev eğitim müesseseleri, medyası, yargısı ve derin devletiyle etkili ve yetkili bir kuşatmanın tesirinde kalarak, İslamî değerlerden mahrum ve mağdur edilmiş olan laik, seküler neslimizi İslam’la buluşturmak ve kucaklaşabilmek için, sağlam stratejiler oluşturmak zorundayız.

Geçmişten tevarüs yoluyla edindiğimiz Kur’anî değerlerle, günümüz insanını kucaklaştırmak için psikolojik ve sosyolojik bir takım unsurlara riayet etmemiz gerekir. Resmi ideolojinin mahrum ve mağdur ettiği insanımıza yaklaşırken, hüsnü muamele/güzel ilişki, şefkat, af ve müsamahayı elden bırakmamalıyız. İnsan psikolojisi, kendine yapılan iyi muamele, yumuşak davranış, güler yüz, güzel söz ve tatlı dilden hoşlanır. Bunlara kendini layık gören insana yaklaşır ve onunla anlaşır. Kaba ve haşin davranış, kırıcı ve yıkıcı sözler ise soğutur, kaçırır, nefret uyandırır. Bu hakikati yüce Kitabımız şöyle ortaya koymaktadır: "Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile…" (3/Âl-i İmran:159)

Bu, insan tabiatının, psikolojisinin tabii bir neticesidir. İnsanlar çoğu kez, haklarını kazanmak için münakaşa ve mücadele yolunu tutarlar. Fakat bu, neticeye ulaşmak için en uzak yoldur. Birisinin üzerine sıkılmış yumruklarla gidildiğinde, karşı tarafın da iki misli sıkılmış yumruklarla karşılık vereceği aşikârdır. Fakat aralarında ihtilaf ve görüş ayrılıkları, yaşayış farklılıkları olan insanlar, anlayış içerisinde oturup meselelerini tatlılık ve yumuşaklıkla halletme yolunu tuttukları zaman, mutlaka bir müddet sonra aynı noktaya geleceklerdir. (Dale Carneige, Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, çev. Ömer Rıza Doğrul, s. 162.)

Müslüman, bu psikolojik unsura büyük ölçüde dikkat ederek çevresindeki insanlara, muhataplarına güzel muamelede bulunmak mecburiyetindedir. Güzel muamele; davranışlarda, hareketlerde ve sözlerde ortaya çıkacağı için o, karşısındaki insana nasıl davranacağını, nasıl hitap edeceğini çok iyi hesaplamalıdır. Yersiz olarak yapılan sert bir çıkış, nefret ve düşmanlık doğurur. İşte o zaman Müslümanın bütün emekleri boşa gitmiş, davanın bizzat kendisine zede gelmiştir. Böyle bir davranış karşısında, gayet iyi bir şey, artık fena te’sir bırakır; hakkı kabul kabiliyetinde olanlar, hakikati duyan ve kavrayanlar bile, hata bulmaya çalışır, muhalefet etmeye kalkışır. (Nedvi, Seyyid Süleyman, Peygamberimizin Tebligat ve Talimatı, Trc.Ali Genceli, 2/412-413)

Şefkat ve merhamet ile muamele ise, katı kalpliliği yumuşatan, kin ve düşmanlığı eriten, nefretin yerine muhabbeti yerleştiren, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan bir duygudur. Bütün bu yönleriyle ele alacak olursak, günümüzün İslami değerlere yabancı mağdur ve mahrum nesline, Müslüman; şefkat ve merhametle davranmaya mecbur olduğu kadar bir başka şeye daha mecbur değildir. Bütün insanlığa şefkat ve merhamet duymak, öylece davranmak, Kur’an’ın ve Sünnetin emrettiği bir husustur. (Bak: Bakara:157,178,218; Al-i İmran: 8, 107,157; Nisa: 96, 175; Enam: 147, 154, 157; İsra: 24, 27, 82, 87. Buhari, Edeb 18, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 14; Ebu Davud, Edeb 66-156, İbn Mace Mukaddime 14.)

Bir seferinde Ashab-ı Kiram Hz.Peygamber’in va’z-ü nasihatını pür dikkat dinlerken O’nunla görüşmek isteyen yaşlıca bir zat, kalabalık arasından Rasûlullah’a yaklaşmaya gayret ediyordu. Rasûlullah’ın sohbetini bölen bu ihtiyara yol açmada biraz ağır davranan ashabın bu tavrı gözünden kaçmayan rahmet ve merhamet Peygamberi, derhal onları ikaz etti: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir." buyurdu. (Tirmizi, Birr 15)

Muhatabına şefkat ve merhametinin bir alameti olmak üzere Müslüman, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkışmaksızın affedecek, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefa veya talep ve isteklere karşı müsamahakâr bir ruhla muamelede bulunacaktır. (Önkal Ahmet, Rasulullah’ın İslama Davet Metodu, s. 331)

Mekke’nin fethinde Rasülullah’ın yaptığı ilk iş, Kâbe’yi putlardan temizlemek olmuştur. Namaz vakti gelip de Hz. Bilal Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı Mekkeliler gibi Attab b. Esid de hiddetle homurdanarak şöyle diyordu: "Allah’a şükür ki, babam hayatta değil, hiç olmazsa şu bayağılığı görmüyor." Namazı müteakip yaptıkları bunca eziyet ve muharebelerden sonra suçluluklarını idrak ederek mahcubiyet içinde başları yere eğik hemşerilerine Hz. Peygamber: "Bugün siz, sorgulanacak değilsiniz. Gidiniz, hepiniz hürsünüz" dediği zaman kalabalık; heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce hiddetlenen Attab, herkesten önce atılarak imanını haykırıyordu. Artık o, öylesine İslam’a bağlı idi ki, Mekke’den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke valiliğine layık görüyordu. (Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi I/172; Bidaye, 4/301)

Günümüz Müslümanı da Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhatabını -şayet varsa- işlenmiş suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Yalnız af, zilleti kabul, müsamaha da İslamî prensiplerden taviz verme olarak anlaşılmamalı, katiyetle böyle uygulanmamalıdır. İslamî esaslar ve cezalardan kesinlikle af ve taviz verilemez. Hırsızlık yapan Benu Mahzum’lu kadının suçunun affı için yapılan müracaatlara karşı Rasûlullah’ın kesin tavrını, (Buhari, Hudud 12; Müslim, Hudud 8,9; Ebu Davud, Hudud 4; Tirmizi, Hudud 6,) Müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihatla mükellef tutulmamalarını şart koşan Taiflilere katiyetle "namazsız dinde hayır olmadığını" belirterek böyle bir tavizi kabul etmediğini biliyoruz. (Ahmed b.Hambel, Müsned IV/218).

İşte dünün mukaddes ve çağlar üstü mutlak değerleriyle, günümüz insanını barıştırmak ve buluşturmak için yukarda zikrettiğimiz psikolojik ve sosyolojik unsurlara azami özeni göstermeliyiz. Aksi takdirde resmi ideolojinin İslami değerler açısından zaten mahrum ve mağdur ettiği bu insanlara bir de biz tekme vurmuş oluruz. Oysa bizlerin varlık sebebi, imha değil, ihyadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi