Bir şehir şövalyesi: Miço Mustafa Saldı
2023 yılında ilk yazımı Miço Mustafa ile aynı dönemde nam salmış olan Teccal lakaplı İhsan Atasagun hakkında bir yazı hazırlamıştım. Bugün Konya’nın namlı kabadayılarından Miço lakabı ile anılan Mustafa Saldı hakkında yazdım.
Cumhuriyet döneminde 1950’li yıllardan itibaren Miço Mustafa lakabıyla nam salan ve Konya'nın son kabadayılarından 1939 doğumlu aslen Van Özalp kökenli olan Mustafa Saldı 2004 yılında 65 yaşında vefat etmiştir. Allah taksiratını affetsin, rahmet eylesin.1970' li yıllarda Teccal İhsan ile birlikte kabadayı olarak tanınan Mustafa Saldı gençliğinde önce Selçuk spor sonra Konya İdmanyurdu spor futbol takımında oynamıştır. Daha sonra Konya İdmanyurdu sporda takım kaptanlığı yapmıştır. Miço Mustafa’nın işlettiği Yurtsever kahvesi Dolav semtinin ve Konya’nın meşhur kahvelerindendi.
Sinema sanatçısı Yılmaz Güney ile Konya sürgün günlerinde Miço Mustafa ile sıkı dost olmuştur. Bu dostluğun nişanesi olarak 1960’lı yıllarda bir süre Dolav semtinde Güney isimli yazlık bir sinema da açmıştır. Sürgün sonrası İstanbul’a dönen Yılmaz Güney Miço’ya Konya’da bir sinema salonu açması önerisinde bulunur. Miço Dolav tarafında bir yazlık sinema açar, ismini de Güney Sineması koyar. Yılmaz Güney’le olan iletişimin yer yer kopması, film gösterim desteği alamaması ve ticari rekabet sonucu zarar edince Güney Sineması kapanmıştır.
Yurtsever kahvesi türbe önünden Aslanlı kışlaya doğru gelirken sağda ilk kahvehane ulaşılırdı. 50 M sonra sağda Aslanlı Kışla vardı. Solda ise önce yazlık Güney sineması vardı. Sonra burası peynir yoğurt ürettim yeri mandıra oldu, az geçince kulağı kesiğin bakkalı vardı. Önünde de demir döküm su çeşmesi bulunuyordu. Merhum Mustafa Saldı çevresinde hayırsever ve garip kişilere ve yolda kalmışlara yardımseverliği ile de nam salmıştı.
Kabadayılığın tarihi bu topraklarda geniş bir zaman dilimine yayılıyor. Bizde Köroğlu figürü batıda Robin Hood figürü hakimdir. Eskiden “Kabadayı” dendiğinde, belli bir çevrede haksızlıkları önleyen, gerektiğin de O çevrenin huzurunu sağlayan, icabında iyi bıçak kullanan bileği güçlü, hapishaneye girip çıkan insan anlaşılırdı. “Kabadayı”lar eskiden silah kaçancılığı uyuşturucu vs. işlerle uğraşmazlardı ve toplumda bir saygınlıkları vardı. Özellikle Büyük şehirlerde Racon keser, sözleri bulundukları çevrede yazısız kanun gibi uygulanırdı. “Köroğlu’nun” Asırlar önce Tüfek Çıktı Mertlik Bozuldu” demesine rağmen bu sahada mertlik vardı.
“Kabadayı”lar 1970’ lerden sonra, bir yabancı filimden etkilenerek “Baba” olarak anılmaya başlanıyor. O “Kabadayı”lıkta bıraktıkları yiğit ve mert insan intibasında değişiklikler başlıyor. Mesela Babalar ihalelere ve başka işlere bakmaya başlıyor. Dahada ileri gidilerek İtalyan menşeli olarak “Mafya Babaları” olarak anılıyorlar ve bizim saf ve yiğit deli kanlılarımıza taktığımız “Kabadayı” adı yaptığı icraatı ile birlikte maziye geçip gidiyor. (https://www.sinoppusulasi.com.tr/makale/448/kabadayilar-ve-babalar/)
Tarihsel olarak eski İstanbul kabadayılarının ilk izlerine yeniçerilik dönemlerinde rastlarız. Yeniçerilerden kaba kuvvet ile nam yaparak yürekli ve cesur anlamında ortaya çıkan ilk kabadayılar sosyolojik olarak meşruiyetlerini kendi ocak ve orta teşkilatlarından almışlardır. Bu “ocak” veya “orta” dönemi ilk devirdir. Tanzimat döneminde ise kabadayıların, külhanbeylerinin meşruiyetlerini mahallelerinden ve semtlerinden aldıkları “mahalle dönemi” ise ikinci devirdir. Ocakların kaldırılmasının ardından kabadayılık mahalle kültüründe yeniden şekillenmiş ve kabadayılar kendilerini semtlerine bağlılık üzerinden tanımlamışlardır.
Yeniçeriler kendilerini sadece Bektaşilik, Hz. Ali ve zülfikar üzerinden değil aynı zamanda Hz. Ali üzerinden onun gösterdiği "karşılıksız yiğitlik" anlayışını temsilen, kabadayılığı ve delikanlılığı bu düşünce üzerinden tanımlamışlardır. Uzantısı olsa bile kabadayılık çıkış olarak yeniçerilerin zorbalığı ve mahallenin namusu üzerinden şekillendiğinden çıkış noktası dini dayanağa dayansa bile bu sadece yiğitlikle kendilerini ilişkilendirmeleriyle alakalıdır. Zaten bıçakla kapışmadan tutun haraç sistemine birçok uygulamanın kökü yeniçerilere dayandığından bu geleneği ilk onlar şekillendirmiştir. İlk yeniçeri kabadayılarına bu yüzden daha ziyade "zorba" denilmiştir. Kelimenin tarihsel olarak çıkışı zorba ama sonradan sonraya olumlanan bir sıfat haline gelmiştir. Yeniçerilikten mahalle abiliğine giden süreç ve medyanın gangster yakıştırmasına rağmen delikanlı, özü sözü bir anlamlarına gelmektedir halen. Kavgacılık yönünden daha çok duruş olarak olumlanmaktaysa da "en büyük kabadayılık efendiliktir” ve “bu zamanda evine ekmek parası götürmek kabadayılıktır” gibi deyimler de halk ağzında yerleşik bir tavrı betimler. (https://eksiseyler.com/bir-zamanlar-varligini-dibine-kadar-hissettiren-enteresan-insan-modeli-kabadayi)
Her devir kendine özgü tabir, mekân, uygulama ve teamüllerle müsemmadır. Kabadayılığın tarihi kabaca Osmanlı devleti döneminden itibaren 500 yılı aşan bir dönemi kapsar. İlk dönem 1600’lü yıllar ile 1826 yıllar arasını kapsar. Tanzimatla başlayan 1826’lı yıllarda yeniçeri ocakları kapatılır. Yeni kurulan mahalle ve muhtarlık sistemi içinde yön değiştirir ve 1960’lı yıllara kadar devam eden uzun bir zaman dilimini kapsar. Bir dönemlendirme daha var. Doğan Yurdakul’un “Abi” kitabındaki dönemlendirmesi. Bıçak dönemi, tabanca dönemi, cep telefonu dönemi, yeşil pasaport dönemi. Günümüzde ise daha ziyade “baba” kavramı egemen olup, kabadayılık tarihsel bir figür olarak kalmıştır.
Yazar Rauf Tamer ise kabadayıların son dönemlerine yetişmiş; çocukluğunda tanıdığı o insanları özlemle yad ediyor: ‘‘Mahallenin kızlarına laf atanlara haddini bildirecek, semte güven verecek yahut ihtilafta gayet ağırbaşlı racon kesip hakem olacak bilekli ve yürekli delikanlılar bizi terk edip gittiler. Onları çok ararsınız. Onlar bulundukları semtin, mahallelerin bir süsüydü, bir nevi teminattı orada oturan sakinler için...’’ (https://www.yenihaberden.com/kabadayilik-sovalyeliktir-13931yy.htm)
Son zamanlarda mafya, racon ne çok gündemde değil mi? Yer altı aleminin son emektar kabadayısı sayılan Dündar Kılıç, çok sık söz eder olmuştu raconun kalmadığından. Hani ne diyordu Attila İlhan bir şiirinde? ‘‘Bir kere bozulmasın racon Bıyığı terlememiş itler Sokakta yol keser artık.’’
Kabadayı, Mafya ve çete tabiri ile sık karşılaşıyoruz. Bu üç siyasi terimin, ilki ‘kabadayı’ içinde sakladığı nostaljik hissiyata uygun olarak en sevimlisidir. Eski Türk filmlerinin verdiği yetkiye dayanarak, tatlı-sert, dürüst, sözünün eri, eh tabii ki zorba ama duygusaldır. Başından geçen bir ya da çok haksızlığın baştan çıkardığı, genellikle yoksul ama onurlu ve filmin sonunda, döndüğünde yüzünü görebileceğimiz, uzun arkalıklı bir koltuğa sahip olandır. Ekonomik etkinlikleri mahalle-semt düzeyindedir. Polisle iş birliği, mahalle bekçisi ile komiseri arasında gider gelir. Cebinde usturası, ustadan kalma bir toplu tabancası ve her zaman hazır Osmanlı tokadı ile birlikte dolaşır. (https://www.gazeteduvar.com.tr/kabadayi-mafya-cete-makale-1506187)
Böyle bakınca kabadayılık ile mafya aynı şey değildi. Kabadayılar ile günümüz çetecilerinin yan yana gelmesi imkansızdı. Tıpkı geçmişte kabadayılar ile külhanbeylerinin yan yana gelemeyeceği gibi.‘ Kabadayı’ deyince akla gelen ne geçmişin külhanbeyi, ne de bugünün ‘çetecileriydi.! Üstad Refi' Cevad Ulunay, eski kabadayılar hakkındaki en önemli kaynak olan eseri ‘Sayılı Fırtınalar’ isimli eserinde kabadayılığı yüceltiyordu: ‘‘İstanbul'un eski kabadayılığı bir nevi şehir şövalyeliğidir.’’
Kabadayıların, Ulunay'ın deyimiyle ‘İstanbul şövalyeleri’nin, adına ‘racon’ dedikleri, kendilerine özgü yasaları vardı: ‘‘Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayırmamaya dikkat ederler.
Kabadayı; cesur, cengâver, “harp ve darp adamı yerinde kullanılan” bir tabirdir. “Sayılı Fırtınalar-Eski İstanbul Kabadayıları” adlı eserinde Refi’ Cevat Ulunay, kabadayılığı “bir nevi şehir şövalyeliği” olarak tanımlamış, kendine mahsus kanunları ve raconları ile yani kendi adetleri ve ülfetleriyle koydukları kaidelere riayet etmeye mecbur, ırz ehli, beyefendi kimseler olarak nitelendirmiştir. Günümüzde kabadayı kelimesi; korkusuz, iyi dövüşen kendine özgü mertlik ve namus kurallarına göre davranan kişi, babayiğit, bir şeyin en iyisi, önde geleni anlamında kullanılmaktadır. (https://www.istdergi.com/tarih-belge/eski-istanbul-kabadayilari-kimdi)
Kabadayı deyince halk, kötü insan zannediyor. Kabadayılık beyefendiliktir, centilmenliktir. Ne kötü? Mafya kötü. Ne kötü? Bitirimlik kötü. Ne kötü? Külhanbeylik kötü. Kabadayı zalimin zulmün karşısında durur. Fakire, garibe, düşküne, kimsesize yardım eder. Kabadayılık budur.
Racon kesme adabı
Kabadayılar, anlaşmazlıklarının çözümünü hukuken kadıya giderek ya da güvenlik birimi olan zaptiyede aramazlardı. Sorunu öncelikle aralarında halletmeyi yeğlerlerdi. Bunun yolu da bir tür ‘hakem heyetine” başvurmaktı. Buna ‘racon kesmek’ deniyordu. Bir dönem, racon kesen heyet, Tophane'deki Zehir Ali'nin kahvesinde haftada iki gün toplanıyordu. ‘‘Racon kesenlerin bitaraf olmaları, kabadayılık hayatında falsoları olmaması, olgun ve tecrübe sahibi bulunmaları’’ olmazsa olmaz kuraldı. Kabadayıların sözüne itiraz edemeyeceği kişiler olmaları gerekiyordu.
Üç kişilik heyet, iki tarafı dinledikten sonra racon kesiyordu. Verilen kararın geçerli olabilmesi için iki tarafın da kabul etmesi gerekiyordu. Taraflardan ikisi de karara uymazsa, iş bileğe kalır; sorunlarını kavgayla çözerlerdi. Ama taraflardan biri kabul eder, diğeri kesilen raconu tanımazsa kabadayılığa aykırı bir durum doğmuş demekti. ‘‘Kabadayılık alemi’’, kesilen raconu tanımayanı ‘ayıplı’ sayar; ‘aforoz’ ederdi. Dışlanan kabadayının dünyası kararırdı.
Kabadayılık dersi
Osmanlı dönemi zengin bir tulumbacı/itfaiye eri oğluna ders vermesi için bir kabadayıyı tutmuş. Kabadayı, çocuğun karşısına geçmiş; ‘‘ilk dersimiz şu. İkimiz de parmaklarımızı birbirimizin dişlerinin arasına sokacağız, işaret verince ısıracağız’’ demiş. İşaret verince karşılıklı ısırmışlar. Çocuk ‘‘ah.’’ diye bağırmış. O zaman kabadayı, ‘‘Bak işte delikanlılığın ilk şartı budur. Acını belli etmeyeceksin.’’ Bu öyküyü, ünlü yazar Ahmet Rasim aktarıyor.
Kabadayılık niye şövalyeliktir
Aslına bakarsanız öteden beri bizim toplumuzda ‘şövalyelik’ geleneği yoktur. Çünkü bizde aristokrasi de dolayısıyla soyluluk ve asalet gibi kavramlar da bulunmamaktadır. Usta yazarlarımızdan merhum Çetin Altan’ın bir yapıtında ifade ettiği gibi ‘mertçe düello etmeyen, aksine sinsice pusu kuran’ bir anlayışın egemendir, bu topraklarda asırlardır. Bilebildiğim kadarıyla ‘soylu ve soyluluk ya da asil veya asalet’ sözcükleri her dilde olumlu bir anlam taşımaktadır. Şövalyeler isimlerine ya da taşıdıkları sıfatlara bir leke sürülmesine razı olmaktansa ölmeyi tercih eder. Onlar için ‘Ayıp’ olan veya sayılan bir şeyi yapmak, utanılacak duruma düşmek ölümden de beterdir. Hemen her toplumda nelerin ayıp olduğu ve sayıldığı da yazılı olmayan çok kesin kurallarla belirlenmiştir. Örneğin; “Korkmak çok ayıptır, kadına kaba davranmak çok ayıptır, bir kadının adını lekelemek çok ayıptır, güç karşısında sinmek çok ayıptır, düellodan kaçmak çok ayıptır, ‘kaybetmeyi’ taşıyamamak çok ayıptır, sızlanmak çok ayıptır, övünmek çok ayıptır, ‘hile yapmak’ çok ayıptır, aileni, arkadaşlarını, taraftarlarını utandırmak çok ayıptır.”
Biraz sonra birbirlerini öldürmek için dövüşecek iki rakip yani şövalye düellodan önce birbirilerini saygıyla selamlarlar. Çünkü ‘rakip’ değerli biridir. Onlara göre, rakibine değer vermemek, kendine değer vermemekle eş anlamlıdır. Şövalyeler eşit koşullar altında dövüşürler, rakibinden önce ateş etmeye kalkmak, hayatını kurtarmak için kurnazlığa sapmak, kendi hayatını tehlikeye atmadan rakibini yenmeye çalışmak asla kabul edilemez. Kendi ailesi ve soylu sınıfı bile reddeder bunun aksi davranan birini. Bu kurallar aslında insanlığın ortaklaşa beğendiği, kendisi uymasa bile ‘değerli’ bulduğu, buna uyanlara saygı gösterdiği ölçütlerdir. (https://balikesirbirlikgazetesi.com/sovalyelik-bizde-kabadayiliktir-33868.html)
Bizde on yedinci yüzyıl sonlarından başlayarak on sekizinci ve bilhassa on dokuzuncu yüzyılda artarak yoğunlaşan bir ‘kabadayılık geleneği’ vardı ve ‘o kabadayılık değerleri’ az çok şövalyeliğin gelenek ve değerlerine uyardı. Kabadayılar Osmanlı döneminde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yozlaşmaya yani mafyalaşmaya başlayıncaya kadar toplumda her zaman saygı görmüşlerdi.
Avrupa'da bir kültür olarak yerleşen şövalyeliğin bizim kültürümüzdeki karşılığı "fütüvvet"tir. Arapçada kök anlamı "gençlik, delikanlılık" olan fütüvvet, herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe, en küçük şahsî kusurları karşısında ömür boyu pişmanlık duymasına karşılık başkalarının en büyük günahlarını bile örtme, kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama, eziyet edene ikramda bulunma, hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflara sahip olmayı gerektirir. Fütüvvet; cömertlik, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, esirgeme, bilgi, alçakgönüllülük gibi ahlakî ve insanî unsurları özünde toplayan bir duruştur. Ve bu duruş, yani fütüvvet bizim inanç dairemizde en kusursuz biçimiyle Hz. Ali'de cisimlenmiştir. (https://www.ensonhaber.com/gundem/turk-milliyetciliginin-don-kisotlari-40278)
Miço Mustafa ve Yılmaz Güney Konya İdmanyurdu spor klübü(Konya spor) antrenmanlarında yer alır.
Yılmaz Pütün Anadolu'nun güneyinden bir insan olarak kendine Güney soyadını seçmiştir. Ancak meşhur olduktan sonra Adana’da stadyumda maç başlama seromonisine katıldığı olmuştur. Ancak yeşil sahalarda en çok antrenmana katılması, izlemesi ve bir futbol takımı oyuncuları ile fotoğraflar çektirmesi 1963 yılında yalnızca Konya' da ve Konya İdmanyurdu spor futbol kulübü ile birlikte olmuştur. Miço Mustafa Konya İdmanyurdu klübünde futbolcu, takım kaptanı ve yöneticilik yaptığı için onunla birlikte sık sık Konya İdmanyurdu antrenmanlarında bulunmuştur. Güneş Doğarken filmi senaryo akışında Miço Mustafa rolünde baş rol oyuncusu Kadir İnanır’ın Konya İdmanyurdu (Konyaspor) spor günleri önemli bir yer tutar.
Miço Mustafa Saldı’nın hayatı iki kez Yılmaz Güney tarafından sinema filmine aktarılmıştır.
Yılmaz Güney'in Konya günleri İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesi 3.sınıfta öğrenci iken yazdığı bir öykü nedeniyle başlamıştır. Bir dergide yayınlanan "Üç bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri"nde yer aldığı ileri sürülen toplumu sınıflara bölmek düşünceleri nedeniyle yargılanır. 27 Mayıs darbesi sonrası 1.5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasını Konya'da çekmek için geldiği 1962 Aralık Konya'da 6 aylık sürgün günleri ile başlar.
Yılmaz Pütün (Güney) 1962 Aralık ayından 1963 yılı Temmuz ayına kadar Konya'da cezası nedeniyle 6 ay sürgün kaldı ve meşhur kabadayılardan Miço Mustafa lakaplı Mustafa Saldı ile iyi bir dostluk kurdu. Yılmaz Güney’in Konya ile bağlantısı ise 1974'e kadar Miço lakaplı Mustafa Saldı ile olan arkadaşlığı kapsamında aralıklarla devam eder. Karşılıklı İstanbul ve Konya’da birbirlerini ziyaret ederler.
Sinematografik olarak Yılmaz Güney’in 1963 yılında başrol oynadığı "İkisi de Cesurdu" filmi Konya sürgün günleri ve kabadayı Miço Mustafa ile Konya yer altı dünyasının çatışmaları ve kendi otobiyografisi ve filmdeki Ali Duran karakteri olarak aslında Miço Mustafa üzerine kuruludur. Daha sonra kendisine atfedilen kabadayı ve çirkin kıral mitosunun temeli bu filmde atılmıştır.
En son Yılmaz Güney Konya' ya 1974 yılında Konya'da çekeceği “Dolav” film senaryosu üzerine tekrar Miço’yu ziyaret eder. Yılmaz Güney şehir dışında Miço Mustafa ve Konyalılar tarafından Aksaray yolunda uzun bir araç konvoyu ile karşılanır.
İkinci önemli senaryo ve film çalışması yine Miço Mustafa ekseninde "Dolav" semti üzerine kuruludur. Yılmaz Güney’in karıştığı cinayet ve tutukluluk günleri ve sonrasında yaşadığı hapis, firar ve sürgün nedeniyle Dolav filmi çekilememiştir. Ancak asistanı Şerif Gören tarafından 1984 yılında Dolav senaryosu ekseninde çekilmiştir. (https://www.yenihaberden.com/yilmaz-guneyin-konya-surgun-gunleri-14017yy.htm)
Film senaryosu bazı değişikliklerle “Güneş Doğarken” ismiyle Miço Mustafa'nın Konya İdmanyurdu takım kaptanlığı odaklı fragmanları ile çekilir. Başrollerde Kadir İnanır ve Hülya Avşar olmak üzere, eski Konya evleri ve yaşantısı eksenli yer altı aleminin iç çatışmalarını, geleneksel aileyi temsil eden Kadir Savun ve mücadeleden yana Halil Ergun karakteri ile muhtemelen Yılmaz Güney ve Miço Mustafa sohbetlerini de anımsatan kareler ve bugün bir kısmı ayakta olmayan Konya evleri, eski otogar kareleri ve Dolav mahallesi sokakları ile film belgesel yönüyle de belleklerde iz bırakmıştır. Filmin çekildiği tarihte Konyaspor ve Konya İdmanyurdu birleştiği için film Konya İdmanyurdu değil Konyaspor antrenmanları ve maçları üzerinden ilerlemiştir.
Hacı Veyiszade Mustafa hoca efendi ile Van’lı göçmenler arasındaki hamiyet ve gönül bağı vardır.
Aslen Van’lı olan Mustafa Saldı ve diğer Vanlı göçmenler ile Hacıveyiszade Mustafa Efendi hocanın ilgilenme süreci ise insani yardımın her dönem geçerli olduğunu, Miço Mustafa’nın çevresine ve fakirlere yardımsever olmasının ahd-e vefa süreçlerini beslediğini göstermektedir. Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, 1917-1920’li yıllarda Konya'ya gelen Vanlı muhacirlerle ilgilenmiş, yardım etmiş ve kendisini içlerinde “Seyyid” olduğu için bu kimselere hizmet etmekle borçlu bilmiştir. Van’a geri dönen göçmenler sonraki yıllarda hem ziyarete gelmişler hem mektuplar göndermişlerdir.
Miço Mustafa ve ailesi de bu manada hoca efendiden destek görmüştür. Bu bilgiyi hoca efendinin yeğeni ve edebiyatımızda ikinci Mehmet Akif olarak bilinen Ali Ulvi Kurucu bir gazete röportajında söylemiştir. Miço Mustafa ve çevresi bu hamiyetperverliğin bir yansıması olarak hayatlarının her döneminde hem insani planda hem kabadayılık raconu olarak çevresindeki insanlara hep yardımcı olmuştur. Ramazan aylarında muhtaç ailelere yardımlar yapmıştır.
Günümüzde hala kabadayılık kurallarına uyan birileri var ama artık eskisi gibi artık bir ‘müessese’ yani ‘kurum’ değil kabadayılık. Bizde zamanla kabadayılık da kayboldu. Zaten şövalyeleri olmayan, kabadayılarını da kaybetmiş bir toplumda ‘toplumsal değerleri’ gizli kuralları, ayıp duygusunu, utanmayı, rakiple ilişkiyi, rakibe saygıyı, ‘hilesiz’ davranmayı, ‘nasıl kazandığının’ kazanmanın kendisinden bile önemli olduğunu anlamak mümkün değil. Belki Deccal İhsan ve Miço Mustafa gibi iki yürekli insanın çevrelerinde bıraktığı hatıralardan onların izlerini görmek ve tanımak mümkün olabilir.
Hülasa memleketimizde hukukun ve adaletin üstün olduğu anayasal bir sistemde herkesin hakkını normal yollardan alabildiği bir realite hâkim kılınmalıdır. "İyi ki Berlin'de Hakimler var" diye darb-ı mesel olan Alman atasözündeki gibi hakkaniyetin ve nisfet kurallarının sağlandığı bir Türkiye beklentisi ütopya olarak kalmamalıdır. Bu ülkede adaleti tesis etmek üzere kimsenin bileğinin gücüne başvurmak mecburiyetinde kalmayacağı bir sosyal ve toplumsal düzen olmalıdır. Miço dayı ve Miço Mustafa olarak anılan Mustafa Saldı’ ya yüce Mevla’dan rahmet dilerim, mekânı cennet olsun.