Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Ait Olduğun Yerde Uyu

Ait Olduğun Yerde Uyu

Çağrıldığı yerde insan, her haliyle kabul görmek istiyor azizim. Geçenlerde Paşam, yemekli bir toplantıya çağrıldı. Şaşalı, renkli, ışıklı ve yüksek tavanlı bir kabul salonu, sahnede adını bilmediğim çalgılar, benden çok daha klâs giyinmiş garsonlar ki onların önünde dolaşan şefler, dört kişilik bir ailenin tabak, çatal, kaşık ihtiyacını karşılayacak kadar kapkacakla donatılmış yuvarlak masalar…

            Sandalyemi çeken garsona ne demeliyim, bahşiş mi versem, mersi mi desem, dönüp alnından mı öpsem, daha ben sürahiye davranmadan bardağımı doldurana nasıl bir kıyak yapsam, “vay bu ne hız!” desem abes mi kaçar? Haydi, onlar neyse, önümde büyükten küçüğe sıralı kaşıkların vardır bir anlamı, altta büyük bir tabak üstte küçükleri, üçgen halde bir mendil yoksa havlu mu, elimi mi sileceğim, tabağın altına mı koyacağım?

Ben bu kadar soruyla uğraşırken biri sormaz mı; “Ne alırsınız?” döndüm, kelli felli düzgün kıyafetli, ayakkabısı boyalı, kravatlı bir adam… Arkadaş beni mi deniyorsun, kimsin, müdür müsün, kimden ne alacağım, kafamda deli sorular… Ben almayayım diyeceğim de haydi alınacak bir şeyse… “Düşüneyim” dedim, elime bir kitap tutuşturdu, arkadaş acıktık, okumayı sonra yapsak diyemedim.

Ansiklopedi tadında kitapçık, menü mü, mönü mü, adı neyse gel de şimdi seç adı değişik onca yemek haydi adını geçtik fotoğrafları bile yabancı, dedim kendi kendime “sen de yabancısın Paşam”. Adam göründü kapıdan epey var bana gelmeye, masadakilere zaten soramıyorum, beni davet eden yok piyasada, topladım tüm cesaretimi dedim adama: bir kuru az pilav, cacık da getir yanına… Durakladı iki dirhem bir çekirdek adam, gülmek istedi gülemedi ama masadakiler bıraktı ne var ne yok, beni mi beklerdiniz mübarek, hepsi istedi kuru, pilav ve bolca ekmek.

Bizim garson çok kibar; efendim dedi, “bu akşam listemizde yok şefin tavsiyesini versem.” Ne tavsiyesi arkadaş, zaten zorla istemişiz şimdi kim uyacak tavsiyeye filan. Neyse yapacak bir şey yok zaten başka çare de yok, olur bize uyar dedik. Yemek geldi gelmesine de, şimdi hangi çatalla, hangi kaşıkla başlayacağız işe, tabağın tam ortasında kızarmış yarım tavuk, etrafında küçük iki domates, üzerinde bir tutam maydanoz… Annemin fırında tavuğu olmuş burada şefin tavsiyesi.

Etrafa baktık taklit ederek, bıçağı, çatalı kullanmaya çalıştık. Olacak gibi değil azizim, kim ne derse desin, alsam elime, yesem bir güzelce, acıkmışım zaten iyice… Yakışmaz dedim, iki çatal darbesiyle didikledim. Doymak değil artık bizimki ortama alışmak.

Yemek boyunca çaldılar çalgılar ağırdan parçalar, etrafta koşuşup durdu garsonlar. Kapının ardında nasıl bir mutfak var merak ettim doğrusu. Giren çıkan var bunca, ne bir bağıran ne bir çarpışan… Kurulmuş bir saat gibi, kimin ne zaman ne yapacağı ezberlenmiş, bir ben kalmışım yabancı… Yalnız, bardağım hiç boş kalmadı ona sevindim kalkıp adama “eyvallah” dedim.

Yemeğin arkasına tatlı geldi, bak bunu biliyorum dedim, sütlaç işte. Baktım herkes en küçük kaşığa gelmiş, benimse çatal kaşık birbirine girmiş, en büyük kaşığı aldım, tatlıya daldırdım. İşi tatlıya bağladım.

 

Şimdi soracağım şu; bulunduğunuz yere ait olmadığınız hissine kapıldığınız zamanlarda, nasıl bir tufana kapılıyorsunuz? Hiç ummadığınız ve beklemediğiniz bir duygudur o; yabancılaşmış, uzaklaşmış ve küçücük kalmışsınız gibi mekânda. Paşam, o gün mekâna ait olmadığını hissetti, oysa Paşam değildi mekâna ait olan, mekân Paşam gibilere ait değildi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi