Musab Seyithan
Musab Seyithan Adlî Yılın Açılışında Yapılan Dua ve Laikler

Adlî Yılın Açılışında Yapılan Dua ve Laikler

1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun İslamlaşmasından 1923 yılına kadar bu topraklarda hayatın her kesitinde İslam vardı. Anadolu toprakları İslam’a analık etmişti. Yaklaşık yüz yıl öncesinde ise silah zoruyla, baskı ve işkenceyle hatta darağaçlarında sallandırarak “Cumhuriyet kazanımları ve devrimleri ” adı altında İslam’dan kopuş gerçekleştirilince, yani laikleşince, cumhuriyetin tosuncukları geçmişi inkâr ederek Türk’ün yeni tarihini 1923’ten itibaren başlattılar.

Arapların dini Türkleri mahvetti. Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra Türk milletinin milli rabıtaları gevşedi; milli hisleri ve heyecanı uyuştu” diyerek Türklerin Müslüman olmakla yanlış yaptıklarını söyleyerek bundan bir an önce kurtulmanın mücadelesi verildi Cumhuriyet döneminde…

Fakat son yirmi yıldır dinî değer ve uygulamaların sadece özel hayatta, camide ve mezarlıkta icra edilmeye mahkûm edilmesinin köküne kezzap suyu dökülmeye başlayıp devletin kurumlarına da taşınmış olması, eski Türkiye ve laiklik sevdalılarını hayli kızdırmaktadır. Laik bir devletin, laik hukuku uyguladığı kurumlarının açılışında onların başarısı için dua edilebilir mi edilemez mi tartışmasını bir tarafa bırakıyorum. O ayrı bir konudur. Ben bu yazımda laiklerin tahammülsüzlüklerini, öykündükleri Batılıların dua seanslarını görmezden geldikleri üzerinde durmak istiyorum.  

Merhum şair Abdürrahim Karakoç bir şiirinde, laik Türkiye’yi sahiplenen, her dinî gelişmede “Türkiye laiktir laik kalacak. Atatürk Türkiye’sinde bunları yapamazsınız” diyen, “kendi değerlerine düşman, düşmanın değerlerine hayran” akademisyen, yazar-çizer takımı ile ilgili şu güzel tespiti yapıyor.

İlim adamıyım der, araştır mason çıkar.

Dört makale yazmışsa, dördü de fason çıkar.

Hele bir araştır aslını-astarını,

Büyük dedesi Yorgi, babası Mişon çıkar.

Evet, şairimizin dediği türdeki birçok gazeteci müsveddesi, devletin herhangi bir kurumunda ya da kamusal alanda dini bir ritüelle karşılaştıkları zaman kanları tepelerine sıçrıyor.

Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın da katıldığı, Yargıtay’ın yeni hizmet binası ve 2021-2022 adli yıl açılış töreninde, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş dua etti. Duaya Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca da katıldı. Sol medyadan pek çok isim ve kuruluş, laik bir ülkenin Yargıtay başkanı Akarca'nın, üzerinde cübbe ile dua etmesini hedefe koydular.

Bunlardan, televizyonlara çıkmadığı gün hemen hemen olmayan, her konuda allame(!), düşük çeneli, lavgar/palavracı/boşboğaz bir tanesi var ki, evlere şenlik. Cumhurbaşkanı, Yargıtay Başkanı ve Diyanet İşleri Başkanının yan yana, elleri duada resminin altına attığı twitte; “Fotoğraf bugün yeni adli yılın açılışında çekildi. Halbuki devletin dini adalettir. Adalet kalmayınca laikliğin ruhuna Fatiha okunuyor. Sanıyorlar ki Türkiye din devleti olursa huzur bulacağız. Afganistan’dan kaçanlardan bile ibret almıyorlar. Türkiye, nüfusu çoğunlukla Müslüman olduğu için değil, dünyadaki Müslümanların biricik laik demokratik hukuk devleti olduğu için insanlık âleminde muteberdir.

Katıldığı programda açıklamalarda bulunan bir diğeri ise "Dinle olmaz bu iş. Binanın açılışının duası gibi sunulmaya çalışılıyor. Böyle bir Türkiye, böyle bir dünya yok. Böyle bir Türkiye olamaz. Bu Orta Çağ ritüelidir. Bu tören bir Orta Çağ seremonisidir" dedi.

Çokbilmiş ama boş bilmiş ekürülere, TBMM’nin açılışında Mustafa Kemal’in, etrafındaki sarıklı hocalarla yapılan duaya elini açarak eşlik ettiğini gösteren resmi hatırlatırız. Yoksa Mustafa Kemal de Ortaçağ seremonisi gerçekleştirerek çağın gerisinde mi kaldı veya takiyye mi yaptı?

Batı ülkelerinde anayasa mahkeme üyeliğine atanan hâkimlerin, papazın önünde yemin ederek dualarla göreve başladığını gösteren ve basına yansıyan resimleri neden görmezden gelirler?

Amerika başkanları, seçildikleri zaman papazın önünde yemin ederek ve yapılan duaya katılarak göreve başladığına niye kör ve sağır kesilirler?

Bu kafa, bu tür törenleri görünce hep “laiklik elden gidiyor” teranesini dillendirir. Bunlara merhum Hasan Celal Güzel çok güzel cevap vermişti. Kapak olması için aynen alıyorum: “Laiklik elden gidiyormuş. Gitsin. Cehennemin dibine kadar yolu var!”

Evet, laikliğin Müslümanlarla ne ilişkisi var? Gidebildiği kadar bizden uzaklara gitsin.

Her fırsatta, yazılarımda laikliğin ilkesel bir put olduğuna vurgu yaparım. “Müslümanım” deyip de “laik” olduklarını da söyleyenlerin kafalarındaki bu yanlış inanışı söküp atmak için kafalarını çatlatırcasına hatırlatacağım. Hem de Cumartesi yasağını ihlal edenleri her fırsatta uyaran Hz. Musa döneminin Müslümanları gibi usanmadan hatırlatacağım. Tercih onların ama bizim de Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun. 

Efendiler! Lâdinîlik olan laikliği, “Atatürk laikliği, 28 Şubat laikliği, Fransa laikliği, Amerika laikliği…” gibi değişik adlandırmalar yaparak masumlaştırıp benimseyemezsiniz. Bütün türevleriyle laik anlayışın ortak paydası, dini devlet işlerinden ayırmaktır. Bu ilke de “Din işi ayrı dünya işi ayrıdır. Dini devlet işlerine karıştırma, din ayrı siyaset ayrı, Allah’ı bu işlere karıştırma” şeklinde sloganlar halinde millete dayatılmıştır. Şartlandırma yoluyla şuur altına yerleştirilmiştir. Bugün dinî alt yapısı olmayan gelenekçi Müslümanlar da kemalistler de, sosyalistler de, deistler de, ateistler de aynı sloganları kullanırlar. Bunlardan beni ilgilendirenler Müslümanlardır. Sözüm de onlara. Diğerlerine sözümüz: “Leküm dinüküm veliye dîn/Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize”dir.

Şunu bilin ki insanlar artık elleriyle yaptıkları putlara kurbanlar keserek tapmıyorlar. Bu, ilkel bir şirktir. Bugünkü şirk, “ilkesel”dir. Artık “ilkeler” putlaştırılıyor. Allah’ın ilkelerine, karşı ilkeler icat ederek Allah’a ortaklar koşuluyor. Allah bazı işlere karıştırılıp, bazı işlere karıştırılmıyor. İşte Tevhid ehli Müslüman “Allah’ı her işine karıştırandır.” Çağdaş müşrik de “Allah’ı bazı işlerine karıştırıp bazı işlerine karıştırmayandır.” Müşrikin anlayışında Allah hayata müdahale etmez.

İşte bütün türevleriyle laiklik, en masum tanımıyla “Din işlerini, devlet işlerinden ayırmaktır.” Yani dinin başını gövdesinden ayırmaktır.  Bu da Allah’ı, devlet işlerine yani parlamentoya, kışlaya, mahkemeye ve bakanlıklara müdahale ettirmemektir. Dini sadece namaz, oruç, hac, zekât, sadaka ve tespihten ibaret hale getirmektir. Muhafazakâr siyasetçiler de dâhil yakın geçmişe kadar hemen her kesim “Senin namazına, orucuna, haccına, zekâtına engel olan mı var? Camiye gittin de polis mi engel oldu, jandarma mı yolunu kesti?” Nakaratını durmadan tekrar ettiler. Demirel, seçim öncesi miting meydanlarında milletin önünde Kur’an-ı Kerim’i öperek arkasından bu klişeleşmiş tekerlemeyi söylemeden edemezdi. Kırk yıllık siyasi hayatında bu milleti böyle kandırdı.

Öyleyse kimse kusura bakmasın, bir kimse, bu tür laflarla, dini devletten ayıran laikliği kabul ederek Allah’ı hayata müdahale ettirmeyip, ondan sonra da “Ben de Müslümanım” demeye kalkmasın. Çağdaş anlamda bunun adı “İlkesel şirk”tir. Yoksa Mekke müşrikleri de, kırka yakın ayette beyan edildiği üzere “Yerin göğün rabbi kim? Yedi kat semanın, arşın rabbi kim? Yaratan, öldüren, gökten yağmur yağdıran, yerden nebat bitiren kim?” diye sorulan sorulara “Allah’tır” diyerek kozmik anlamda Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Ama onlar Allah’ı hayata müdahale ettirmiyorlardı.

İşte sadece Allah’a ve emrettiği ibadetlere inanıp da İslam ceza hukukunu ve muamelatla ilgili hukuku devletten çıkarıp atarsanız, şu ayete muhatap olursunuz: “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de onlar, en şiddetli azaba iletilecekler. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (2Bakara:85). Teemmül  oluna.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi